Yaklaşık dört yıldır içerik üretiyorum. Bu işe dair en çok sevdiğim şey yeni insanlarla tanışmak; özellikle de yaratıcı insanlarla çünkü üretilen şeylerin hikayesini dinlemek bence bir sergiye gitmeden önce sanatçıya ve işlerine dair okuma yapmak kadar önemli. House of Sol’u keşfettiğimde de en çok “eski bir Doğu güzellemesi olan Turquerie temasının postmodern ve feminist bir yorumu” ifadeleri dikkatimi çekmişti. Moda dünyasında aşina olduğumuz ve satış stratejisi haline gelen oryantalizm karşısında, fantezi nesnesi haline getirilen Doğu’nun kadınlarına dair farkındalığı olan bir markayla tanışmak iç ferahlatıcı! Biz de markanın kurucusu Nazlıcan Yöney’le bir araya geldik ve HoS’dan yola çıkarak girişimcilik cesaretinden farkındalık sahibi tasarım mottolarına pek çok şeyi konuştuk.

Fotoğraf: Baran Doğan

Merhabalar, kariyeriniz uzun bir yöneticilik süreciyle dolu ama ben bugün özellikle girişimci yanınıza eğilmek istedim. House of Sòl fikri ve planlama süreci nasıl gelişti? Kapalıçarşı’da kurulması hep aklınızda olan bir plan mıydı?

Merhaba, evet hayatımın bir kısmı geleneksel kurumsal kariyer patikasında ilerlerken paralelinde de küçüklüğümden beri hep hayatımda olan, daha yaratıcı, tasarım odaklı patikadan da hiç vazgeçmedim. Bu ikisi birbirini hep dengeledi, tüm profesyonel kariyerim boyunca, hafta içi her gün kurumsal kariyerimi devam ettirirken, hafta sonları evimdeki tasarım stüdyomdan bir dakika bile çıkmadım. Sanırım akıl sağlımı buna borçluyum. Genelde neye ihtiyacım varsa onu almak değil, kendi ihtiyacım ve estetik zevkime göre bizzat yapmak beni çok daha tatmin etti.

House of Sól’un çıkışı da benzeri bir hikayenin sonucunda oluştu. Kapalıçarşı kültürü benim için hep çok kıymetlidir. Sadece mücevher alanında değil, inanılmaz bir zanaat tarihine sahip orası, hala hakkını verebildik mi üzerinde durduğumuz tarihin emin değilim. Senelerce her hafta sonu turistlerin girmediği, yerlisinin, yalnız orayı bilenin, çalışanın girdiği, çoğu çıkmaz olan sokakları, labirent gibi iş hanlarını, film seti gibi atölyelerini yavaş yavaş keşfettim. Öte yandan, dünya sahnesinde kendimizi nasıl bir kostümle inşa edip, temsil ettiğimiz benim için hep çok önemliydi. Kendi mücevher koleksiyonumu başlatmak, inşa etmek, kuyum zanaatını öğrenmek, taşların dünyasını anlamak için Kapalıçarşı’ya düzenli olarak gitmeye başladım. Oradaki Ermeni ustalardan farklı farklı zanaat alanlarında eğitim alarak kendimi geliştirdim; değerli metal şekillendirmek, doğru değerli taşları seçmek, kesmek, mıhlamak gibi… Birinin önce çok özel bir İran turkuazını ya da Hint safirini satın alıp, o taşla göz göze saatler geçirip, ondan kolye mi, yüzük mi yapmaya karar vermesi, kağıda çizdiği bir tasarım sayısız usta ve atölyenin desteği ile gerçeğe dönüştürüp takması, inanılmaz bir tatmin. Onu bir kere yaşadınız mı bir daha herkesin üzerinde gördüğünüz mücevheri zaten takasınız gelmiyor.

Böyle böyle seneler içerisinde ben hem Çarşı’da el öğrenip, hem de ufaktan kendi oyun alanımı inşa etmeye başlamıştım. Hafta sonu atölyede bitirdiğiniz bir kolyeye, hafta içi aşırı önemli bir toplantıda sunum yaparken insanların kitlenip baka kalması ise inanılmaz kıymetli bir motivasyon, “Nereden aldın bunu? Ne demek sen yaptın? Nasıl yaptın? Oha! Bana da yapar mısın?”la geçen senelerin sonunda bu emekler büyüdü ve markalaştı; fakat House of Sól sadece bir mücevher markası değil; Kapalıçarşı ve genel olarak Doğu’dan çıkan, bu toprakların altındaki taşların, madenlerin, üzerindeki sanat ve zanaat tarihini anlattığım bir tasarım gustosu, mücevher tasarımı ise duraklarımızdan ilki. 

Ben esasen hukuk okumuş şu andaysa farklı işler yapan biri olarak, farklı alanları deneyimlemenin ve birden çok işi bir arada yapmanın iş dünyasının geleceğinde kaçınılmaz olduğunu öngörenlerdenim. Kreatif direktörlüğün yanı sıra da danışmanlık ve pazarlama alanında da çalışmış biri olarak “çok işliliğin” geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Kesinlikle! Ben aynı zamanda Sabancı Üniversite’sinin Danışma Kurulunda yer alıyorum, hem oradaki şapkam, hem de Google’da çalıştığım odak alanım, dünyanın döndüğü yönün net olarak bu olacağını/olduğunu bana gösterdi. Artık ebeveynlerimizinki gibi mezun olduğun okulun alanından emekli olduğun dönem çoktan bitti. Bir kere aldığın üniversite diploması 4 sene sonra bir işe yaramıyor, artık dünya o kadar hızlı dönüyor ki kendini düzenli olarak geliştirmemen, deyim yerindeyse “update”lelemen imkansız. Aynı Kızıl Kraliçe Etkisi gibi (Red Queen hypothesis) eğer durursan, bunları yapmazsan, olduğun yerde sadece kalmazsın, aynı zamanda gerilersin de. O yüzden herkesin her şeyden az buçuk anlaması, mantıksal olarak kavraması ve bir şeyi aşırı iyi bilmesi formülünü ben günümüz iş dünyasında da başarının sırrı olarak görüyorum. 15 senelik kurumsal kariyerim boyunca başarılı gördüğüm şirketlerin, ekiplerin hep en büyük sırrı buydu.

Mühendis avukatın ne yaptığını anlıyorsa ve avukatta mühendisin nasıl düşündüğünü kavrıyorsa, hem o proje sarsılmaz olur, hem de orada çalışan insanlar. Günümüzde hem başarılı, ama daha önemlisi kendini tatmin eden bir kariyere sahip olmanın anahtarı bu İsviçre Çakısı gibi olma hali. Zaten kafası böyle çalışan insanları da dünyanın en iyi şirketine koysanız 10 sene durmazlar, çünkü hayata hep çok kısa diyoruz ama hakkını verirsen değil aslında. İşi, kariyeri, faturaları ödeyen bir araç olarak değil, potansiyelini gerçekleştirecek bir oyun alanı olarak görüyorsan tek bir sektörde, tek bir koltukta bir ömür çalışmak imkansız ve daha önemlisi yazık.

Fotoğraf: Marie Clark

HoS ile ilgili en çok ilgimi çeken konu “estetik fantezi nesnesi haline getirilen Doğu’nun kadınları ve “Orient” hayranlığı konularına dair bir farkındalıkla yola çıkması! Bu farkındalık tasarım tarafına süreçlerine nasıl yansıyor?

Sanatta ve sonrasında modadaki geleneksel bakış açısı ve yönünün, hep aktif erkek gözünden pasifize ve materyalize edilmiş kadına doğru olması küçüklüğümden beri gözümü seğirten bir aptallıktır. Bunun tarihte ne kadar ama ne kadar geriye gittiğini ve ne kadar günümüze taştığını gördükçe daha sinirleniyordum. Moda bilhassa 40 bedene sahip sağlıklı kadınlara, 32 beden anoreksik mankenler üzerinden satılan ürün stratejisi ile dolu. İnanılmaz bir böyle gelmiş, elbette böyle geçercilik dolu sektör. Örneğin; ben 50 yaş üzerinde, normalde modellik yapmayan gerçek kadınları marka yüzü olarak seçeceğim ve çekimlerde photoshop kullanmayacağız dediğimde sektörün ileri gelen abilerinden biri, hata yaptığımı, kadınları özendirmem gerektiğini, onlara olabilecekleri bir hayali satamayacağım hakkında bana uzun bir konuşma yapma cesaretinde bulunmuştu.

Benzeri bir sığlık tarihsel olarak Turquerie konusunda var, yani Türk – Doğu kültürüne özenme. Kapılarını Batılı gezginlere, ressamlara, bestecilere görece geç açan, geç kaynaşan Osmanlının tehlikeli bir şekilde mistisize edildiği, egzotikleştirilerek metalaştıralan yaşam tarzı ve kültürünü emip, adeta bir kıyafet balosunda kostüm haline getirilmesine verilen bir reaksiyon. HoS’un mottosu “Ex Oriente Lux”, Latince “Güneş Doğu’dan doğar” demek, bu tabii ki pusula görevinde bir cümle değil, Güneş yani Dünya’ya hayat veren ışık Doğu topraklarından çıktı, zanaat, felsefe, bilim, matematik… Dengeleri hep oturtmak lazım, yoksa biliyoruz ki durduğumuz yerde durursak aslında geri gideriz.

Mücevher ve takı kavramların genellikle “güzellik” ile özdeşleştiriyoruz ama güncel hızımızda fonksiyonelliğe de ihtiyacımız var. Siz bu dengeyi nasıl yorumluyorsunuz?

Konuya tersten girip bağlayacağım bu sefer – her gün kullandığımız eşyaların sadece fonksiyonel değil, aynı zamanda estetik olması benim gibi estet manyaklar için şart ama aslında tersi de şart olmalı, hem de herkes için. Yani estetik şeylerin sağlıklı fonksiyonelliğe sahip olması aslında estetiğe erişimin demokratikleştirir, onu belli bir zümrenin tekelinden çıkarır. Bu yüzden nesnelerin tarihlerini okumayı çok severim, atıyorum ilk kol saati, ilk nerede, kim, neden icat etmiş, sonra nasıl geliştirilmiş, daire saatler ile kare saatlerin ayrımı ilk nasıl ortaya çıkmış? Ya da o çok beğendiğimiz Danimarka Midcentury mobilya tasarımları… Neden bu sadelik o dönemde çıkmış? İkinci Dünya Savaşı ile ne alakası var, Japonya referansı nedir? Güzellik sadece duvardaki tablonun tekelinde midir yoksa dolabın tutacağı da güzel olabilir mi? Olmalı mıdır? Cevap benim için evet. Yoksa sanatı yalnızca sanat için yapmış olurduk. Sanatın, düşünülmüş tasarımın, özenilmiş bir estetik algısının her gün ve herkese göz kırpabilmesi fani günlerimizi güzelleştirebilecek tek şey.

O yüzden bu kadar hızlı akan bir dünyada ve çalışma hayatında sabah koştur koştur ofise hazırlanırken, ya da tam akşam yemeğine çıkacakken evde kolyemi, bilekliği takacak birine ihtiyaç duymak tam bir tasarımcı geri zekalılığı. 200 sene evvel insanları hizmetçileri giydiriyordu diye hala bir kadının kendi mücevherini tek başına açıp, kapatamaması anlamlı bir şey mi? Yap şunu sade; akıllı bir çizgide tek elliyle şak diye açıp, kapatsın insanlar. Hatta bu fonksiyonelliği o kadar güzel ve özenilmiş yap ki, tarih boyu kadınların boyunların arkasına sakladıkları kilitler bu sefer öne getirilerek takılsın. Tek bir özenilmiş dokunuşla nasıl kullanıcı alışkanlıklarını değiştirebiliyorsunuz aslında, HoS ile ilgili en büyük gururlarımdan biri budur.

Bu vizyonla biz HoS kilidin ar-ge süreci içe sine olsun diye lansmanımızı 1.5 sene öteledik, tüm mücevherlerin modelleri her şey hazır, çevremdeki herkes “manyak mısın kimse görmeyecek o zaten arkada kalacak çık şu modelleri” diye darlarken HoS kilitlerini, gerdanlık modellerimizi hep özel tasarladık, kalıpladık, tasarım ve fikri haklarına başvurup öyle yola çıktık. Böylece bugün kadınlar tek bir HoS kilidi alıp, sonrasında sade inci sırası, mercan sırası vb. alıp aynı kilide takabiliyor. Hem de o çok güzel kilide ve sadece güzel olan değil, tek elleriyle kolayca açıp kapatabildikleri kilide! Böylece bir kadın akşam ofisten eve gelince incilerini kilitten ayırıp – yani ontolojik olarak onu mücevher fonksiyonunda çıkarıp- sevdiği vazosunun etrafına sarabiliyor, bu sefer inciler gerdanını değil, bir interior design elementi haline gelerek evini de süslüyor. Tüm bunlar hem estetik, hem de fonksiyonel bir kilit tasarımı sayesinde oluyor, zaten tüm bu incelikli zanaat ve sanat dokunuşları zaten HoS’u HoS yapan gusto.

“Sürdürülebilirlik” duymaktan yorulduğumuz derecede popüler bir konu. Mücevher dünyası için sizce bir markanın sürdürülebilir olması ne anlama geliyor?

Evet, sinsice greenwash yapmayan, samimi bir şekilde sürdürülebilir hedefinde olan marka sayısı çok az, öte yandan sektörde sürdürülebilirlik gayesi de süper sürdürülebilir değil. Müthiş bir supply-chain yönetme kabiliyeti ve dünyanın tersi yönde gidebilme cesareti istiyor öncelikle. Bu yönde yaptığımız en temel business modeli kararlarından ilki “limited edition” bir marka olmamız, yani hangi taşın nereden, hangi koşullarda yakinen takip edip, bittiğinde de modelin tamamlanması demek bu ki ticari olarak her CFO’yu duyduğunda sarsacak bir karar bu. Çok satan bir çok modelimiz bu kriterlerimizden ötürü tamamlandı ve satışa kapatıldı, biz bir modeli çok satalım diye Dünya’yı gagalamaya, delmeye gerek yok.

Öteki ise stokta ürün tutmamamız. Yani eğer bir modelin müşteri yoksa o modelde üretilmiyor. Depoda tutulmuyor, aylarca dünyada gereksizce yer kaplamıyor. Ne zamanki onun alıcısı belli, müşterinin vücuduna, tercihlerine göre yavaş yavaş elde yapılıyor. Her bir taşın, düğümün yerini biliyor onu yapan ustalar, insani şartlara özenilerek, eser titizliğinde mücevherlerin doğmasına alan ve zaman tanıyoruz. Dünya yeteri kadar fazla hızlı koşturmasının ceremesini çekti ve çekiyor, o yüzden gururla hep slow luxury markası olduk, öyle de kalacağız.

Teknoloji üzerine de yazan biri olarak sizce mücevherin geleceğinde bizi neler bekliyor? Özellikle malzeme üretimi konusunda ne gibi farklılıklar göreceğiz?

Her şeyin sentetiği geliyor, bilhassa laboratuvar pırlantaları ve ardından gelen lab safirleri, yakutları, hatta turkuazlarına kadar genişliyor bu seçki; o yüzden artık madenler yerin altında değil, laboratuvarların içinde olacak. Tabii ki sektör ikiye bölünmüş durumda, bu ikiliğine kendine gelmesi ise henüz yıllar alır, alıcılar hala bir çok konuda bilgisiz, sektörde hangi taraf bu savaşı kazanırsa – yani doğal pırlantacılar mı yoksa laboratuvar pırlantacıları mı – ona göre basında onların işine yarayacak söylemleri duyacağız. Çok büyük, çok eski ve çok geleneksel bir sektör pırlanta işi, tüm bu teknolojik gelişmelere nasıl tepki verecek orta vadede ben de heyecanla izlemedeyim. 

Bunlar bir yandan üzerine düşünmesi çok keyifli, neredeyse felsefi konular, aynı vegan tavuklar gibi. Gerçek tavukla birebir aynı protein oranına sahip, aynı bir tavuk nugget görüntüsüne ve tadına sahip bu alternatifleri yiyince tavuk yemiş sayılıyor musunuz? Peki zaten tavuk yemeye gerek var mı?

Sanat ve moda dolayısıyla da mücevher dünyaları arasındaki etkileşim artıyor. Sizin takip ettiğiniz ‘jewellery art’ seçkileri var mı?

Doğan Hızlan’ın çok sevdiğim, bana aşırı uyan bir lafı vardır, “Güzel bir ormana bakmaktansa güzel bir orman resmine bakmayı tercih ederim” diye. Bu sanırım benim için hayatın neredeyse tamamında geçerli. Örneğin bazen bir operayı dinlemektense, gustosuna çok güvendiğim bir eleştirmenden okumayı önceliklendiriyorum ama mücevherde değil, onun gerçeğine bakmayı hala sanatına tercih ederim. Hem de her zaman.

Kapak Fotoğrafı: Baran Doğan

İlginizi çekebilir: Gizem Kalaç’tan Seda Yılmaz İle: Modanın Gözlemcisi Olmak Üzerine