Son yıllarda Türk edebiyatında çok parlak, kalemi derinleşmekten korkmadan kullanan pek çok yazar doğuyor. Sanatın, acıdan beslenen bir tarafı olduğu gerçek… Kadınların da mücadeleleri kuvvetlendikçe, kendilerini ifade etmeye olan ihtiyaçları artıyor. Geçen ay okuduğum bir kitap da beni kendi mücadelem içinde adeta oradan oraya savurdu. Kitap bittiğinde hem susuz kalmış gibi bitkin ve yorgundum hem de zorlu, uzun yolun sonunda nihayet oturup manzaraya bakıyormuş gibi huzurlu… O kadar dönüşmekten korktuğum ama içten içe dönüşebileceğimi bildiğim kadının satırlarını okumuştum ki… Özge Lena, Otopsi’de çağımızda yaratmak isteyen çoğu kadının maalesef düştüğü boşluğu anlatmış, mümkün en etkileyici şekilde. Kendisiyle bir röportaj gerçekleştirdik.

Otopsi nasıl doğdu? Kitabı ne kadar sürede yazdınız, sizin için nasıl bir süreçti?

Otopsi 2015 yılının Kasım ayında iki sayfalık kısacık bir öykü olarak doğdu. İlk taslağını hâlâ saklarım. Bu haliyle, kuzeydeki bir ülkenin ıssızlığında, karlar arasındaki bir taş evde boşlukla boğuşarak yazmaya çalışan bir kadının hikâyesiydi. Sonradan uzun öyküye ve en sonunda da şu anki haline evrildi. Sonraki iki yıl boyunca ben de o kadın gibi bu kitapla boğuşup durdum. Açıkçası kolay yazabilen biri değilim, Otopsi’yi pek çok kez baştan yazdım ve uzunca bir süre neyi nereye koyacağıma, o boşluğu ve kadının hislerini en iyi biçimde ve en uygun dille anlatabilmek için neler ekleyip neleri çıkaracağıma karar vermeye çalıştım. Tek mekân ve tek karakter içeren ve tamamen; noktasına, virgülüne kadar içime sinen bir eser yaratma peşindeydim. Bu da benim kendime ve okura karşı dürüst olma biçimim sanırım. Bu kitap artık oldu, tek bir yerine bile dokunamam, diyene kadar da hiçbir yere göndermedim.

Kadınların özgürce yazma mücadelesi uzun zamandır devam ediyor. Kendi adıma Virginia Woolf’un sözcülüğünü üstelendiği bir geleneği modern Türk edebiyatına taşıdığınızı düşünüyorum. Bununla ilgili yorumunuz nedir?

Kadınların yazma ile olan ilişkisi yeryüzünün en üzücü ve aynı zamanda en asi hikâyelerinden biri aslında. Yazan kadınlar, yazmaya zaman ve cesaret bulanlar, yaratmaya cüret edenler her zaman tehlikeli addedildiler, karşılarına sarp dağlar, derin uçurumlar kondu. Kadının sesinin her daim kesildiği, çığlıklarının bastırıldığını, yaratıcılığının yok sayıldığı ve sıranın birazcık dışına çıkanların vahşice katledildiği bu acımasız dünyada kendi düşlerini, düşlemlerini, düşüncelerini yazan bir kadını yazmak istedim. En çok da kendi sesimi bulmayı arzu ettim galiba ve başarabilirsem yazmak için çabalayan kadınlara ses olmayı. Bir kişinin bile ruhuna dokunabilirsem, dedim kendi kendime, yazarken çektiğim her şeye değecek. Ve sanırım değdi de.

Yazar- Okur
Yazar- Okur | Fotoğraf: Unsplash/@matias_north

Kitaptaki karakterinin bir adı olmaması, yalnızca kadın olarak bahsedilmesi, bir temsiliyetin işareti mi yoksa karakterin ait olamama duygusuna, önemsiz hissedişine mi bir gönderme mi?

Aslında her ikisi de diyebiliriz. Hikâye ilk ortaya çıktığından bu yana, kitaptaki kadının hiçbir taslakta, hiçbir zaman adı olmadı. Bu kadına bir isim vermek ona yapılabilecek en büyük kötülüklerden biri olacaktı belki de, çünkü tek bir kimliğe hapsolacaktı. Ve bu kadının isimsiz olması hem benim onunla kendimi özdeşleştirip hislerini daha iyi anlamamı sağladı, hem de her kadının, hepimizin onun düştüğü boşluğa düştüğünü/düşebileceğini anlatmama ve yazmaya çalışan kadınların çoğunlukla adsız kaldığını vurgulamama yardımcı oldu. Yanı sıra, kadının kendi benliğini arama yolculuğunda hissettiği aidiyetsizlik ve dışlanmışlığa da tam olarak uyduğunu düşündüm.  Sanırım kitapla ilgili verdiğim en iyi kararlardan biri buydu.

Her yazar, önce iyi bir okur aslında. Sizin en çok etkilendiğiniz, belki kaleminizi de güçlendirdiğini düşündüğünüz yazarlar kimler?

Çok haklısınız, her zaman yazabilmek için öncelikle çok okumak gerektiğini savunmuşumdur. Bol bol okuyarak nasıl yazılacağını öğrenmek mümkün. Tabii ne okuduğumuz da önemli. Ben en çok Sevim Burak’ın yazdıklarını okurum, Sevgi Soysal’ın ve Bilge Karasu’nun da. Bu üçünü hocam olarak görürüm. Yanı sıra Elfriede Jelinek, Ingeborg Bachmann, Julio Cortazar, Marguerite Duras, Anna Ahmatova ve Virginia Woolf hep başucumdadır, başka pek çok yazarın yanında özellikle bu saydığım yazarlar bana okul olmuştur.

Kitabın ismi Otopsi. Yani kadın, yüzleşmesini ancak ruhunun ölümünden sonra yapabiliyor; bu geç kalınmışlığı vurguladığı için çok etkileyici bir isim aslında. Otopsi adını nasıl seçtiniz?

Otopsi adı kitap öyküden uzun öyküye evrildiği sıralarda, kadının pencereden boşlukta süzülen ruhunu izlediği sahneyi yazarken aklıma geldi. Bu kadın kendine otopsi yapıyor, diye düşündüm, ruhunu parçalara ayırıp neden öldüğünü bulmaya çalışıyor! Ve ondan sonra da adını değiştirmeyi aklımın ucundan bile geçirmedim. Kitabın hep aynı kalan tek kısmı adı oldu sanırım.

Romanda kadının en yakını boşluğu. Kadınlar çoğu zaman seçtikleriyle değil vazgeçtiklerine rağmen var olmaya çabalıyorlar aslında. Otopsi’yi bu çabaya bir başkaldırı gibi okuyabilir miyiz?

Kesinlikle. Kadınlar ezelden beridir salt var olmaya çalışıyorlar, değil ki yazmak. Bir de işin içine toplumun kadınların üzerine yüklediği roller, dayatmalar, etiketler, beklentiler girince, doğal olarak seçmekten çok vazgeçmek durumunda kalıyoruz. En çok da kendimizden vazgeçiyoruz galiba, aslında olduğumuz kişiden, olabileceğimiz kişiden, içimizdeki o yaratan, üreten, kahkaha atan, özgürce koşan korkusuz kadından vazgeçmeye zorlanıyoruz. Ve benliğin kaybolmaya yüz tuttuğu yerde derin bir boşluk açılıyor. Kadın aslında o boşluğu evcilleştirmeye çalışıyor, sakinleştirmeye ve ona alışmaya ama ne yaparsa yapsın ondan kurtulamıyor. Kendiliğin olmadığı yerdeki oyuk bir türlü kapanmıyor. Ve kadın tüm bunlara baş kaldırıyor. Dolayısıyla, Otopsi’nin asi bir metin olduğuna inanıyorum; tüm rollere isyan ediyor, sözünü hiç sakınmıyor ve asla uzlaşmıyor. Belki de yapmamız gereken tam da budur.

Yazar- Okur
Yazar- Okur | Fotoğraf: Unsplash/@nbb_photos

Kitabın dili için de çağdaş edebiyatta yeni bir soluk demek mümkün. Kalemi sıkı tutan yazarlardan mısınız yoksa kurgunun kendini yazmasına izin verir misiniz?

Kitaptan kitaba, öyküden öyküye değişiyor sanırım. Bazen bazı metinler olduğu gibi geliyor, zihnimde sahne sahne açılıveriyor, bazen de aylarca kurguyla, dille, biçimle uğraşıyorum. Benim için bir hikâyeyi anlatırken kurulan dil, kurgunun kendisinden daha önemli. Dil ve biçim bir metnin ruhunu, özünü oluşturuyor bana göre. Ne anlattığından çok nasıl anlattığına takıntılı yazarlardanım sanırım. Zaten kendi izleklerimi sürdüğümde beni heyecanlandıran, yazmayı sevdiğim belli başlı konular olduğunu görüyorum. O yüzden genelde nasıl anlatacağıma odaklanırım ve bazen bir hikâyeyi 5-6 farklı biçimde yazarım, hangisi anlatının ruhunu tam olarak yakalayıp yansıtıyor görmek isterim. Bazen birini seçerim ama çoğunlukla oturup başka bir biçimde yeni baştan yazarım. Bu gerçekten de yorucu, uzun ve zorlayıcı bir süreç ama başka türlüsünü bilmiyorum.  

Kitapta kadın annelikle ilgili kendini hayli sıkışmış hissediyor, hem anne hem kendi olamadığı için büyük de suçluluk yaşıyor aslında. Kadının fiziksel doğurganlığı ve yaratıcılığı arasındaki ilişkiye dair yorumunuz nedir?

Farkında mısınız, kadınlar olarak en yoğun hissettiğimiz duygu suçluluk. O kadar çok sorumluluk yüklenmiş ki üzerimize ve toplum akbaba gibi üstümüzde, salt kendimiz için yaptığımız küçücük bir şeyden zevk alırken bile kendimizi suçlu hissediyoruz. Bu kadınlara yapılmış çok büyük bir haksızlık. Bunun yanında, toplumun anneliği kutsamasını ve çocuğun tüm sorumluluğunu kadınlara yıkmasını da başka bir haksızlık olarak görüyorum. Kadınlara atfedilen roller çok acımasız ve bu rollere uymayı reddedenler hemen yaftalanıyor, kötüleniyor, dışlanıyor. Bu çok adaletsiz bir bakış açısı. Kadını anne, eş, işkadını, vb. olarak etiketlemek onun benliğini yok saymaktır, onu hiçe saymaktır; sen burada dur, verdiğimiz rolü oyna, sesini çıkarma, demektir; onu baskılamak ve engellemektir ve en çok da kadının ruhunu öldürmektir. O zaman bu noktada soru sormak da elzemdir: Neden dünyanın yükü kadınların sırtında? Neden kadına taşıyamayacağı kadar çok sorumluluk veriliyor? Neden kadınlar sürekli suçlanıyor? Neden her alanda, her daim engellenenler kadınlar oluyor? Cadı avları bitti mi sanıyoruz? Ortaçağ’da mı kaldı? Her gün acımasızca öldürülen kadınlara bakarsak yanıtları açık seçik bir biçimde görebiliriz. Keşke görecek bir şey olmasaydı ama artık gözlerimizi başka bir yere de çeviremeyiz.

Ayrıca, fiziksel doğurganlık ve yaratıcılık arasında doğrudan bir bağlantı olduğuna inanmıyorum. Yaratıcılık cinsiyetten azade bir kavram bana göre, kaldı ki iki cinsiyetten fazlasının –iyi ki– olduğu bir dünyada hepimizin özünde var olan ve yaratmak için çırpınan ruhlarımızı nereye koyacağız, neyle tanımlayacağız?

Yazar olmak, kendini anlatmak isteyen genç kadınlara ne tavsiye edersiniz? 

Burunlarının dikine gitmelerini. Kendilerinden başka hiç kimseyi dinlememelerini. Yazmaya devam etmelerini. Yazar olmak yazmaktan vazgeçmemektir belki de. Biliyor musunuz, benim kendime yazmayı öğretmem 10 yılımı aldı, doğuştan yazma yeteneği olanlardan değilim sanırım, oturup en baştan her şeyi çalışmak zorunda kaldım. Gerçekten yapmak istediğimiz şeyde ve olduğumuz kişide “Yazmak senin neyine?” diyen alaycı seslere rağmen ayak diremek dünyanın en asil eylemi bana göre. Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da “Kendinden başkası olma.” diye yazar ve ekler “Yazmak istediklerinizi yazdığınız sürece önemli olan tek şey budur.” Bu çok doğru, yazdığımız sürece, yazmak istediklerimizi kendi istediğimiz gibi, kendi ruhumuzdan yükselen kendimize ait bir sesle yazdığımız sürece, önemli olan tek şey budur.

Kapak Fotoğrafı: Ceren Muslu

İlginizi çekebilir: Ceren Muslu’dan Mahlas Kullanan Kadın Yazarlar