“(…)Bundan sonra normale dönmek zor ancak ateşin düştüğü yeri yaktığını gördüm, yaşamayan insanların enkazın yanında görev yapan memurların bile gündelik hayata ne kadar bağlı olduklarını gördüm. Kızmıyorum insanoğlunun var olabilmesi için unutması gerekiyor biliyorum. Ama başrol ben olduğum zaman katlanamıyorum(…)” Unutma… Unutturma… Ama nasıl ama ne zamana kadar?

“Gelinlik giydirmeyi planlarken kefen giydireceğim(…) Şu an vasıfsız, yaşayan bir ölü gibiyim(…)” Bu sözler Yunus Emre Kaya’ya, 28 yaşında Kahramanmaraşlı, depremde hayatının aşkını, birkaç ay sonra evleneceği nişanlısını kaybetmiş genç bir Maraşlıya ait. Yunus Emre, sevgilisini, eşini, çocuğunu, ana-babasını, kardeşini, yakın akrabasını, eşini-dostunu, komşusunu kaybeden binlerce depremzededen biri. Resmi rakamlara göre 45 bin’e yakın bir kayıptan bahsediyoruz ki bu sadece şu an için kayıtlı olan. Her bir kaybın ailesini, akrabalarını, eşini-dostunu düşündüğümüzde bir sevdiğini bir yakınını kaybedenlerin sayısının yüzbinlerce olduğunu tahmin etmek zor değil.

Benim çok sevmediğim ama çok sık kullanmak zorunda olduğum bir söz var dilimizde: ‘Ateş düştüğü yeri yakar’. 6 Şubat Felaketi öyle güçlü ve acıydı ki ateşi sadece düştüğü yeri yakmadı; çok uzakta olsalar da bu topraklarla gönül bağını korumuş tüm insanların yüreklerini de dağladı ama zamanla bu acının koru sönecek ve biz bu faciayı unutacak mıyız?

Felaketin üzerinden neredeyse bir ay geçti ve hala ıstırap içinde, ülkemizin çirkin, yavaş ve habis ölümünü ölmeye devam ettikçe bir taraftan da habaset, hamaset ile kol kola yas tutmayı bile beceremeyen bir toplumun üzerine karabasan gibi çökmeye devam ediyor. İyiler daha iyi olurken kötülerin kötülüğü  zalimler zalimliği şekil değiştirerek devam ediyor. Acılarımız tarihin seyir defterine kaydolurken bazıları hakkımızda bambaşka defterler tutuyor. Egemenler, muktedirler ayrıcalıklarını kaybetmemek için insanların akıllarıyla ve yürekleriyle oynamaktan çekinmiyor; ülkenin gördüğü bu en büyük felaket karşısında hala ‘makul olan-olmayan vatandaş ayrımı yapılıyorlar. Troller ağızlarından, kalemlerinden, klavyelerinden çıkan salyalarla yas tutmaya çabalayan bir ülkeyi kirletiyor.

Ölüm Sayısı: 45.000

İstifa Eden Sayısı: 0

Deprem sonucu ortaya çıkan felaketi uzaydaki uydulara, sismik dalgalar yayan gemilere, kozmik olaylara ve kadere bağlayanlar örneğin bu felaketin son 20 yılda yapılmış 9 imar affı ile arasında bir bağlantı kuramıyor/kurmak istemiyor ve daha da önemlisi hala kimse çıkıp hesap vermiyor, sorumluluk üstlenmiyor.

Depremin üzerinden şu kadar saat sonra gerçekleşen mucize kurtuluş haberleriyle ekranda adeta bir takı törenini, bir hayırseverlik açık arttırmasını andıran kampanyasıyla depremi bir felaket kabaresine dönüştüren yayınlar… Her biri felaket ile ilgili insanların içini ısıtan haberler olarak sunuldu ama tüm bu deprem magazini deprem bölgesinde hala çadıra ulaşamamış, geceleri üşüyen çocukları ısıtabildi mi? Kendi mezarlarını satın alan, satın almak zorunda bırakılanların; çocuğunun, ana-babasının cenazesine ulaştığında kendini şanslı sayanları; günlerce enkaz başlarında “cenazelerimizi alırız, inancımıza uygun ve insan onuruna yaraşır bir şekilde defnederiz” diye bekleyen ama artık umutları sönenlerin acısını ortadan kaldırabildi mi?

Deprem bölgesi dışında kalan yerlerde yaşam normale dönmeye başladı. Hatta deprem bölgesinde bile ufak ufak günlük yaşama dönülüyor. Kahramanmaraş’ta tüm ailesini kaybeden bir depremzede söyle diyor paylaşımında: “(…)Bundan sonra normale dönmek zor ancak ateşin düştüğü yeri yaktığını gördüm, yaşamayan insanların enkazın yanında görev yapan memurların bile gündelik hayata ne kadar bağlı olduklarını gördüm. Kızmıyorum insanoğlunun var olabilmesi için unutması gerekiyor biliyorum. Ama başrol ben olduğum zaman katlanamıyorum(…)”

Bu depremzede bir süre sonra yaşamın hepten normale döneceğini de görecek. Hele de bu trajedinin uzağında yaşayan, değil başrolünde, figüranı bile olmayanlarımız için acıların etkisi daha da azalacak. Deprem ile ilgili yazdığım önceki yazımda “Nasıl” diye sormuştum: “Nasıl bu içimizdeki bu yara onulacak?” Depremin üzerinden geçen bir ayın onunda bu sorunun cevabı kendiliğinden geldi: Yaşam bir şekilde devam ediyor, edecek… Okullar açıldı; bir süre sonra öğretmenler, çocuklar ve veliler eğitim yaşamının rutin işleri ile uğraşmaya devam edecekler. Ligler başladı; taraftarlar takımlarının attığı bir golle, aldığı bir galibiyetle afyonlanacak; acılarını unutacak… Ofislerimizde yıl hedeflerinin değerlendirilmesine yönelik toplantılar ‘set’ edilecek… Restoranlar, kafeler, meyhaneler açılmaya başladı, bir süre sonra dolup taşmaya başlayacak, belki de bir kadeh depremzedelere içilecek… Kültür-sanat aktiviteleri başlayacak… Yaş günleri – yıldönümleri kutlanacak…

Lafı hiç dolandırmayayım, karnımdan konuşmayayım; ben de normal yaşamıma geri dönüyorum. Üzerinde çalışmayı ertelediğim yazılarıma, çalışmalarıma geri döneceğim… Oğlum Kerem’in ertelediğimiz doğum partisini yaptık mesela geçtiğimiz hafta sonu. İçimden gelmediği için bir süredir yapmadığım yaşamın küçük zevklerine, örneğin puro içmeye, geri döneceğim… Velhasıl yaşam normalleşmeye dönecek, dönmeli de… Ateşin doğrudan üzerine düşmediği ama acıyı/acımızı içinde hisseden bizler, yasımızı ince ince tutmaya devam ederek yaşamamıza döneceğiz.

Bekir Ağardır’ın çok mükemmel bir tanımı var: Örgütlü kötülük… Türkiye uzun zamandır etkisinde kaldığı liyakatsızlığın, partizanlığın, bilim ve akıl dışılığın, hukuksuzluğun ve korkunun pençesindeydi. Bu felaket gösterdi ki tüm bunların ötesinde bir de bilinçli ve örgütlü bir kötülük ile karşı karşıya. Hepimiz tahminlerinden çok daha derin ve büyük olan bir çürümüş, kokuşmuşluk ve çöküş içinde yaşıyormuşuz ama içinde yaşadığımız kötülük evreninin büyüklüğü yaşadıklarımızın dehşetini daha da arttırıyor.

Hiç kendimizi kandırmayalım: Bir süre daha muktedirler muktedir olmaya, kötüler kötülük yapmaya, yalakaları yalamaya, kıyakçıları da kıyak çekmeye devam edecek. Öte yandan bir yaşam tarzına dönüşmüş hastalığımız olan ikiyüzlü suskunluk sona erecek mi? Deprem sürecindeki toplumsal dayanışma; yaptığımız yardımlar; içten içe, hatta çoğu zaman başkalarına da ne kadar da hayırsever olduğumuzu söylemek; kurumların-şirketlerin sosyal medyada uzun uzun yaptıkları yardımları sıralamaları ve insanların içini ısıtan sıcak haberler bizi sadece fiziksel değil, politik, toplumsal ve ekonomik enkazdan da çıkarmaya; daha iyi bir ülke ve toplum tahayyülü için bize umut vermeye yetecek mi? Yoksa gazeteci Kemal Can’ın Medyascope’daki yazısında sorduğu gibi “Toplum alkışı fazlasıyla hak ediyorsa; bu kadar kötülük var” sorusu politik ve sosyolojik bağlamını korumaya devam mı edecek?

Ünlü İranlı düşünür Ali Şeriati, en çok bilinen ve alıntılanan sözlerinden birinde şöyle der: “Dün komşumuz açlıktan öldü, bugün cenazesinde kurban kestiler.” Ülkeden ayrılırken bazı gerçekleri dile getiren yabancı kurtarma ekiplerine “İş zor geldi kaçıyorsunuz, kaçarken de ülkemize iftira atıyorsunuz” diye yazan kadın; bölgedeki kadınların hijyen ve güvenlik sorunu hakkında haber yapan BBC Türkçe’ye “haber yapacağına depreme kaç para destek verdin” diye soran trol; ey Spotify, Netflix, Starbucks Türkiye’den o kadar para kazanıyorsun, ey MUBI (evet, gerçekten MUBI’ye eleştiriler yönetildi) kurucusu Türk, ey İthaki yayınları ey SEL yayınları diye bu kurumları ‘taziye mesajlarını ve yaptıkları yardım hakkındaki bilgileri sosyal medyada geç yayınladılar ve baskıyla yayınlamak zorunda kaldılar’ gerekçesiyle linç etmeye kalkan, bu kurumları bu felaketin gerçek sorumluları kadar eleştirmeyen-eleştiremeyenler; depremde enkaz altında ezilenler hakkında ‘şehit edebiyatı’ yapan ve ‘evlat edinilen depremzedeye nikah düşer mi diye’ soran, en kibar deyimle, şuursuzlar… Hepsi depremin yarattığı travmanın birer kurbanı mı yoksa adeta kuyruğa girmiş, bu kurban ziyafetinde kendi payına düşen kavurmanın peşine düşmüş birer fırsatçı mı? Kolektif kötüyü ortadan kaldırmak için yapacağımız çalışmalarda ve sonrasında kurabilirsek  yeni ülkede bunların yeri ne olacak?

6 Şubat, şu ana kadar büyük felaketler ve ölümlerin, Soma ve Amasra Maden Göçükleri’nin, Çorlu Tren Kazası’nın, sellerin, orman yangılarının, Konya’da insanların üzerine çöken Zümrüt Apartmanı’nın ve 20 yılda meydana gelen Bingol, Van, Elazığ, İzmir ve Düzce depremlerinin değiştiremediğini değiştirebilecek mi? İtiraf edelim sicilimiz iyi değil. Ucuz reklamcı ağzıyla  söylersek ‘yaptıklarımız yapacaklarımızın garantisi’ olamıyor ve daha da önemlisi, biz normalleştikçe depremde şu ana kadar ölen 45 bin kişi ve belki hiç bir zaman gerçek sayılarını bilemediğimiz enkaz altında kalanlar, kendi aileleri, sevdikleri ve yakınları dışından kalan bizler için bir süre sonra unutulacak birer istatistik mi olacak? Can alıcı soruyu çekinmeden soralım: Unutacak mıyız, unutturacak mıyız?

theMagger’ın konu ile ilgili mesajında da vurguladığı gibi asıl görev bundan sonra başlıyor, dayanışmanın sürdürülebilir olması gerekiyor; toplum olarak ‘uzun soluklu bir maratona hazırlanmalıyız’. Peki bu maratona hazır mıyız; Can Yücel Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına yönelik olarak yazar ya hani “En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de devrim/O, onun en güzel yüz metresini koştu” diye, biz de bu maratonun yüz metresini koşup tıkandık mı yoksa?

Turgut Uyar çok sevdiğim bir şiirilerinden birinde, Kan Uyku’da şöyle der: Bir korkuyorum yalnız kalmaktan bir korkuyorum. “Başınız” değil “başımız sağolsun” diyenler, deprem bölgesinde çocuklara pamuk şeker ve elma şekeri dağıtan Volkan Amca, ineğini satıp parasını bağışlayan teyze, kumbarasını gönderen çocuk, kendi canını kurtarmak yerine çocukları depremden korumayı düşünen Şeyma Hemşire, yakınlarını enkaz altından çıkarır çıkarmaz görevlerinin başına dönen polisler, sağlık görevlileri yalnız olmadığımızı gösteriyor göstermesine de yeterli olacak mı? Nasıl korkmayacağız yalnız kalmaktan bu maratonu beraber koşamazsak; organize ve kurumsal bir kötülük karşısında iyilik ve dayanışma ruhumuzu yeni bir ülke kurmak için kullanmazsak? Ve nasıl bakacağız yüzüne Yunus Emre Kaya’nın, enkaz başında çocuğunun hırkasını koklayan babanın?

İsim, gün-tarih verelim de tarihe not düşülsün: Mehmet Barlas 20.02.2023 tarihli Sabah Gazetesi’nde Türkiye Normalleşiyor diye yazmıştı Ben belki günlük yaşamıma dönmeye başladım ama o eski normalime, Barlas’ın anladığı o eski normale dönmüyorum. Normalleşme şayet organize kötülüğün hükümdarlığına, liyakatsızlığa, vicdanının kaybetmiş partizanlığa, yalakalığa, kıyakçılığa, ikiyüzlü suskunluğa ve belki daha da kötüsü tüm bunlara alışmaya-tahammül etmeye dönmekse ben normalleşmiyorum, normalleşmeyeceğim, normalleşmeyi reddediyorum…

Deprem ile ilgili olarak  daha önce yazdığım bir yazıda ‘ne biz eski biz ne de Türkiye eski Türkiye olarak kalmamalı’ demiştim. Her şey normale, biz de eski bize ve Türkiye eski Türkiye’ye dönerse çekilen bunca acı, bunca ölüm tarihin boşluğunda ama en çok da gözlerimizin önünde sallanıp durmasın; her gece çocukların ağlamaları, enkaz altında kalanların çığlıkları kulaklarımızda çınlamasın; ne kadar kalın olursa olsun üstümüze her yorgan örttüğümüzde deprem sonrası geceleri üşüyenlerin ürpertileri içimizi soğuktan titretmesin diye normalleşmiyorum, normalleşmeyeceğim, normalleşmeyi reddediyorum… İçimdeki öfke hiç dinmesin, vicdan azabıyla değil öfkeyle yaşamayı tercih edelim diye normalleşmiyorum, normalleşmeyeceğim, normalleşmeyi reddediyorum…

Enkazın başında kurtarma ekipleri canlı olup olmadığını anlamak için “Sesimi duyan var mı” diye seslenirler ya işte bu depremde yaşamını kaybeden ama usulüne uygun gömülemeyenler, yakınlarını/sevdiklerini kaybedenler, çocuklar, felaketin acısıyla kavrulanlar dönüp bizlere, geri kalanlara aynı şekilde seslendikten sonra birbirlerine fısıltıyla “ses yok” demesinler diye normalleşmiyorum, normalleşmeyeceğim, normalleşmeyi reddediyorum… Orta Anadolu Bozlak geleneğinin en önemli isimlerinden büyük halk ozanı Çekiç Ali‘nin bir türküsünde dediği gibi Derdim elli iken yüze yetirir/Bu dert beni yiye yiye bitirir dememek için reddediyorum… Ve son olarak… Elbette bugün, yarın ve sonrasında da ‘Unutmayacağız, unutturmayacağız’…

Gazeteci Ünsal Ünlü “unutmamak bir lanettir” diyor ya; lanetlenmedik mi lanetleyeceğimiz kadar? Bir daha lanetlenmemek için ‘Unutmayacağız, unutturmayacağız’… Özdemir Asaf’ın ‘Anmak Unutmak’ şiirinde söyle der:

“İki tür nokta var

Biri önüne ve ardına bakar

Biri ardına bakmaz

Ardını noktalar”

6 Şubat’tan sonra önümüze ardımıza bakmayı bırakmamak, ardımızı noktalamamak için de Unutmayacağız, unutturmayacağız…

Kapak Fotoğrafı: Pure Black