Bir Festivali Yönetmek: Yeşim Gürer Oymak Röportajı
Henüz küçücükken tanıştığım İstanbul Müzik Festivali ve klasik müzik; bugün benim için en özel olan, programını beklerken en çok heyecanlandığım festivalin de İstanbul Müzik Festivali olmasını sağladı. Yeşim Gürer Oymak 2006 yılından bu yana festivalin direktörlüğünü üstleniyor. Hikayesi de henüz ilkokulda bile değilken tanıştığı piyano ile başlıyor. Kendisi işini severek yapan, her yaştan seyircisiyle bizzat ilgilenen, yenilikçi bir festival direktörü ve hayatımda tanıdığım en kibar insanlardan… Klasik müzik dergileri ve CD’leriyle dolu odasında, bir festival direktörüyle olduğu kadar ilk klasik müzik konserine giderkenki heyecanını hala koruyan bir dinleyici ile gerçekleştirdik bu dopdolu sohbeti:
Sizi bir festival yöneticisi olmaya kadar getiren yol nasıl açıldı?
Bu işleri yapmak hep aklımın bir tarafında vardı. Belki de bunları yapabilmek için bilinçaltımda müzikoloji okumak istemiş olabilirim. İlk 1997 yılında, Boğaziçi Üniversitesi’nden hocam Evin İlyasoğlu’nun TRT’deki programında röportajlar yaparak başlamıştım. Tüm hayran olduğum sanatçılarla tanışıyorum, provalarını seyretme imkanım oluyor, festival hayatını ve organizasyonunu görmeye başlıyorum… 1998’de Evin Hanım işi tamamen bana bıraktı, 2000 yılına kadar her sene festival dönemlerinde “Festivalde Dün-Bugün-Yarın” temalı programları yaptım. 1998’de Hüseyin Sermet’in düzenlediği bir festival vardı, Amfor Klasik Müzik Festivali. Hüseyin Sermet bana “Bu festivalin koordinatörlüğünü yapar mısın?” dedi. Hayatımda hiç böyle bir şey yapmamış olmama rağmen, o kadar çok bu işi yapmak ve öğrenmek istiyordum ki, kabul ettim. Efes, Aspendos, Bodrum ve Marmaris’te, 15 günlük gezici bir festival… Yani şu anda yaptığım işten daha zor bir iş, ayrı şehirlerde. Fakat işte cehalet cesaret getirir; ben büyük bir cesaretle bu işe atıldım. İçine girince çok zor olduğunu gördüm. Ve o festivalde ben, bir direktörün ne yapmaması gerektiğiyle ilgili, kitabını yazacak kadar çok hata yaptım. Ama bugün yaptığım işin %50’sini de oradan, o 15 günlük festivalden öğrenmişimdir. Bir süre ENKA’nın oditoryumunda çalıştıktan sonra da 2000 yılında Serdar Yalçın ile görüştük. Türkiye İş Bankası’nın İstanbul’a taşındığı dönemde İş Sanat’ın açılacağını, sezon boyunca konserler yapılacağını söyledi ve bana yöneticilik teklif etti. Gerçekten isteğiniz çok kuvvetli olduğu zaman, yapıyorsunuz her şeyi. 2000 yılında o zaman İş Sanat yeni kurulan bir salon, ben de adı bu network’te olmayan bir kişiyim, ajanslarla hiçbir ilişkim yok, beni tanımıyorlar. “Yaparım tabii.” dedim ama böyle bir şeye kalkışmak için gerçekten çok istiyor olmak gerekir.
İş Sanat’a dolu dolu bir program hazırlamak zor oldu o zaman?
İnternetten ajanslara, herkese yazmaya başladım: “İstanbul’da bir bankanın yeni kurulacak olan büyük bir konser salonu var, ben de yöneticisiyim. Şu, şu, şu sanatçıları istiyorum.” Ama istediğim sanatçılar da tabii ayrı bir hikayedir. Yeni açılan bir konser salonuna Anne SophieMutter’i istememeniz gerektiğini bugün ben biliyorum ama o gün bunu bilmiyordum. Tabii beni de tanımadıkları için o zamanki İstanbul Müzik Festivali direktörü Ahmet Erenli’ye “Bize, İngiltere ve ABD’deki ajanslara, Yeşim Gürer diye biri yazıyor. Siz bunu tanıyor musunuz? İş Sanat diye bir yer gerçekten var mı? Kandırıyor mu, üçkağıtçı mı?” diye… Ahmet de sağ olsun, “Çok güvenilirdir, siz onunla iş yapın.” deyince ben bu ajanslarla ilişkileri ilk o şekilde kurmuş oldum. Ve 6 sene boyunca orada yöneticilik yaptım. Bir salonun oturması, program çizgisinin belirlenmesi gerçekten zaman alıyor. Benim için çok eğitici bir zaman dilimi oldu 2006’ya kadar. Hazır konserler yapmanın ötesinde daha artistik işleri de ilk denediğim zamanlar oldu. 2002 açılışında sanırım, “3 Piyanist, 3 Konçerto” konseri mesela… Gülsin Onay, Verda Erman ve Hüseyin Sermet, üç solistli bir konser. İki aralı bir konser oldu, bayağı yarışma gibi… O konserle birlikte İşSanat’ta gerçekten ilginç konserler yapıldığını görmüş oldu dinleyiciler.
İKSV ve İstanbul Müzik Festivali ile tanışmanız nasıl oldu?
2006’da Ahmet Erenli buradan ayrılıp Borusan Kültür Sanat’a geçeceğini söyledi ve festivale direktör olmak isteyip istemediğimi sordu. İlk anda, ne kadar çok konser yapsanız, ne kadar iyi iş de yapsanız da düşünüyorsunuz. Festival bambaşka bir şey. İnsan korkuyor. Ben bu kadar korkusuz ilerleyen biri olmama rağmen 3 ay boyunca bu teklifi düşündüm. Bir gün yattım, kalktığımda kararımı vermiştim. Aynı gün Görgün Beyle (Taner), Şakir Beyle (Eczacıbaşı) konuştuk, el sıkıştık.
Bir sezon yapmakla bir festival yapmak arasında nasıl farklar var?
Sezon yapmak çok daha kolay: Bir sanatçı, bir orkestra eylülde dolu, ekimde; ekimde dolu kasımda, bir şekilde sezon içerisinde tarih buluyorsunuz. Oysaki bir festivali yaptığınız zaman sayılı gün verebiliyorsunuz. Haziranın 3’ü, 7’s, 18’i… O üç günden biri tuttu tuttu, yoksa bir sonraki seneye bakıyorsunuz. Bir diğer zorluğu ise festival müzikal bir maraton sonuçta… Seyirciye hep aynı tip konseri koyarsanız çok sıkıcı bir festival haline gelir. Bir oda müziği konserinin arkasına ikinci bir oda müziği konseri koymamanız lazım; orkestral bir konser koymak lazım. İki piyanistin solist olduğu ik ayrı konseri arka arkaya getirmemek lazım. Maceracı fikirler bulmanız lazım. Bir festivalden çıktığınızda, ‘duymadığım bir sürü şey duydum, bir sürü yeni fikir aklıma geldi, bir sürü yeni sanatçı gördüm’ demek çok önemli bir seyirci açısından. O yüzden biraz korkmuştum festival denince.
Festivalde izleyiciyken en çok etkilendiğiniz konserler hangileriydi?
New York Filarmoni Orkestrası. 14 yaşındaydım. Çok heyecanlandığımı, oturduğum yerden orkestrayı küçücük gördüğümü hatırlıyorum. IvoPogorelich’in konserlerini hiç unutamam. Bir kere çok karizmatikti zaten, hem de Chopin yarışmasında elenmesinin hemen ardından buradaki konserleri vardı. Gerçekten muhteşem çalıyordu. Bugün bile nefesim kesilerek hatırlıyorum. Ástor Piazzolla mesela… Bu nasıl bir müzik, ne bekleyeceğimi bile bilmeyerek gitmiştim, ağzım açık kalarak, inanılmaz bir hisle çıktım. O sırada konservatuarda kışın okulum olduğu için yaz sınavlarına girerdim hep. Yazın daha yoğun olarak piyano çalışırdım. 3-4 saat piyano çalıştıktan sonra festivalde konsere gitmek müthiş bir motivasyonla geri dönmemi sağlıyordu, öyle çalmak istiyorum diye.
Bu bahsettiğiniz konserler için AKM’nin önünde kuyruğa girerek bilet alıyormuşsunuz o zamanlar. Şimdiki izleyicinin böyle bir şeye katlanabileceğini düşünüyor musunuz?
Yok, hiç düşünemiyorum. O zaman bir kere bilet alabilmek için başka bir yol yoktu. Nedir bunun yolu, gideceksin sıraya gireceksin. İlk seneler tabii 14-15 yaşındayken falan annemler izin vermezdi Taksim’in ortasında 14 yaşındaki bir çocuğun tek başında geceden sıraya girmesine. Ertesi gün olurdu, 550 sıra numarasını elime alınca moralim çok bozulurdu. Seçtiğim konserlerin yarısı için de öğrenci bileti kalmamış olurdu zaten. İlk kez 16-17 yaşında arkadaşlarımla geceden beklemek için izin alabilmiştim. Gerçekten orada bilet almaktan daha eğlencelisi gece bekleme bölümüydü. Gitar çalanlar, elimizde termoslarımız, yiyeceklerimiz. Daha sonra okulda falan “Sen festival sırasında bekleyen kız değil misin?” diye birbirimizi tanıdığımız insanlar oldu. Bugün bunların olabileceğini zannetmiyorum. Sonra telefonla satış dönemi denendi birkaç yıl. Her konserin karşısında bir kodu vardı, o kod tuşlanıyor, kare tuşuna basılıyor. Kaç bilet almak istiyorsanız, hangi kategoriden almak istiyorsanız hepsi için ayrı bir tuşa basıyorsunuz. Sonra tam sona doğru telefon kesiliyor. Böyle tam bir gün o telefonun başına oturup bilet almaya çalıştığımı bilirim. Sanırım en çok şikayet edilen dönemdi. O telefondansa 2 gün sırada beklemeyi kabul edebilirim. Sonra 2000’de Biletix çıktı zaten.
Benim bir seyirci olarak sizin en sevdiğim yönünüz festivali gençleştirmeniz. Bunun konservatuar geçmişinizle mi ilgisi var?
O kadar genç insanların o virtüöziteye ulaştığını görmek insanı çok büyüleyen bir şey. Eskiden gençler pek olmazdı ama mesela Maxim Vengerov’un gençliğini, festivalde çok genç bir yaşta çıktığını hatırlıyorum. Kendim konser yapmaya başladığım zaman da, esas olarak İş Sanat’tayken başladı bu olay, çok yetenekli gençlerin olduğunu görmeye başladım. Konservatuarda olduğum için etraftaki yetenekleri biraz daha iyi biliyordum ama gerçekten onlara festivalde yer vermeye karar verip duyurduğunuzda olağanüstü insanları keşfediyorsunuz. Bir enstrümana ne kadar emek harcayarak o kadar hakim olabildiğinizi bildiğim için o çocuklara mutlaka bir imkan vermek lazım, bir şeyler yapmak lazım diye düşünüyorum uzun süredir. Önce daha garantili yollardan giderek başladı, bir genci tanınmış bir solistle yan yana getirmek gibi. Festivale gelince de benim ilk yaptığım şey, festival açılışlarını bir genç solistle yapmak oldu. Çok başarılı birinin bir festival açılışında çalması… Onun kariyerine yapabileceğiniz bundan daha büyük bir katkı düşünemiyorum. Ve hakikaten çok iyi çocuklarla konserler yaptık bugüne kadar, bu geleneği de devam ettireceğiz.
“Festival Genç Solistini Arıyor” da bunun bir devamı…
Evet, hem çocuklar için çok iyi oldu hem de benim kendimi genç yetenekler konusunda tazelemem konusunda çok yararını görüyorum. Mersin’deki çok başarılı bir viyolonselciyi benim İstanbul’da tanımam çok zor. Canlı izlemem de çok zor. Çünkü buradaki hiçbir konser salonu onlara konser imkanı tanımıyor. Oraya gidip dinlemek, sürekli seyahat etmek de çok kolay olmuyor. Daha da gençleştirmek istiyorum festivali. Çünkü müthiş bir genç müzisyen nesli geliyor arkadan. Hep aynı müzisyenleri, hep tanınmış isimleri çağırırsanız bir festivalin hiçbir esprisi kalmaz. Bir konser sezonu hiçbir zaman bir festival kadar yenilikçi olmak zorunda değil. Onlar Beethoven-cycle’lar yapıp tüm Beethoven senfonilerini bir sezonda çaldırabilirler. Ama festivaller her an çok dinamik ve çok heyecanlı olmak zorunda. Seyirciye yeni bir şeyler keşfetmek için cazip bir atmosfer sunmak zorunda. New York Filarmoni, Berlin Filarmoni… Paranız varsa, turnedelerse hepsini programa koyabilirsiniz. Ama siz belirli ve sınırlı bir paranın içerisinde yaratıcı bir program ortaya koymalısınız ve bunu bir aya sıkıştırmak, bağlayıcı bir iç temanın içerisine sokmak, sanatçıları yönlendirmek zorundasınız, işin zor olan tarafı da bu. Yoksa yerinizde oturup sürekli kontakt içinde olduğunuz onlarca menajer var.Onlarca menajer size yüzlerce konser teklif ediyor. Bunların içerisinden hazır projeler de almak mümkün. Ama o zaman heyecan verici bir program oluşturamazsınız.
Programdaki yenilikler, festivalin gençleşmesi seyircinin de gençleşmesini sağlıyor mu?
Seyircinin gençleşmesini kesinlikle sağlıyor, yüzde yüz. Bir kere genç solist arayıp, Açık Konservatuar gibi bir etkinlik yapmaya başladığınız zaman müzik öğrencileri sizin onlara bir imkan sunduğunuzu görüyor ve onlar daha fazla ilgilenmeye başlıyor. 16-17 yaşında bir solisti orkestra önüne çıkardığınızda veliler çocuklarını o etkinliklere getirmeye başlıyorlar. Genç solistlerden kadar bizim eser siparişleri ve çağdaş müziğe biraz daha yer vermemiz daha genç bir kitleye hitap etmeye başlamamızı sağladı.
Berlin Filarmoni Orkestrası, Kraliyet Concertgebouw, Maggio Musicale… Bu kadar büyük orkestraları birkaç ay içerisinde izlettirdikten sonra 2013 programını açıklarken beklentilerin yükselmiş olabileceğinden korktunuz mu?
Korkmadım. Tamam, bu orkestralar çok büyük orkestralar. Ama her sene getirmek gerçekten çok zor. En azından şu günkü mali şartlarda çok zor. Ben yaptığım programın çok arkasında dururum, iyi program yapmadan da onu açıklamam. Çok güvendiğim bir program varsa, onu herkese karşı savunurum. Bu orkestralar olmadan da çok iyi bir program yapabilirsiniz. İlginç içerik, iyi sanatçılar, müziğin kalitesi önemli… Bunlar varsa programın iyi olduğunu anlarsınız. Yoksa yıldızlar… Elinizde 25 milyon Euro olsa, dizin hepsini arka arkaya. Salzburg Festivali’nde bunların hepsi ve yeni opera prodüksiyonları var ama 60 milyon Euro da bütçeleri var, bizim bütçemiz 2 milyon Euro.
İstanbul’daki konser salonu eksikliği/problemi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok büyük bir problem. Çok çok büyük…Biz Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda, Haliç Kongre Merkezi’nde konser yapıyoruz ama bunlar konser salonu olarak inşa edilmiş yerler değil. Bir kere konser salonu dediğinizde, mimarının kamusal binalar yapmak konusunda deneyimi olan bu konunun uzmanı mimarlar olması lazım. Avrupa’da bakıyorsunuz Paris’te Jean Nouvel, İsviçre’de Herzog& de Meuron gibi bu işte deneyim kazanmış, bu işe yenilikler getirmiş mimarlar var. Böyle bir mimarla, bir mimarlık konkuru açarak çalışmak lazım. İkincisi, hakikaten çok iyi akustikçilerle çalışmak, akustikçi ve mimarın birlikte çalışmasını sağlamak lazım. ‘Ben yaptım bu binayı, her şeyi oturttum şimdi de bir akustikçi çağırayım’, diyerekbir salonda iyi bir akustiği tutturabilmeniz imkansız. İstanbul büyüklüğünde bir şehrin opera evi bile yok şu anda. Gerçek bir büyük prodüksiyon yapabileceğiniz, o teknik imkanlara sahip bir opera evi yok. Konser salonları zaten akustik açıdan yeterli değil. Tüm bu imkansızlıklar içerisinde büyük orkestraları getirmek, konser salonuyla ilgili ikna etmek de zor zaten. Haliç Kongre Merkezi’nden seyircilerimizin şikayeti var. Salonun çok büyük olması ve sesi ileri iten, bir nevi reflektör görevi gören arka kabuğu olmaması nedeniyle dengeli bir akustiği maalesef yok. Salonun bir tarafı çok iyi duyarken diğer tarafı az duyuyor, sağır olan yerleri var… Konser salonu dediğinizde sesi her noktadan eşit ve sahneden itibaren ses kaybı olmadan duymanız gerekir. Umarım böyle bir salon şehrimizde yapılır bir gün. Neyse ki Aya İrini var. O da bir konser salonu değil ama özellikle vokal ve yaylı çalgılarda verdiği akustik cevap bence çok iyi. Orası festivalin nazar boncuğu, festival için çok önemli bir yer. İstanbul Müzik Festivali’nin sembolü aslında Aya İrini. Yurt dışında tanıtım yaptığımız zaman, mekanlarımızı gösterdiğimiz anda hekesin ilgisini çekiyor. Hakikaten çok özel bir mekan, çok güzel bir yer.
Yurt dışında hangi festivalleri takip ediyorsunuz?
Avrupa’da birçok festival ve konser salonlarını takip ediyorum. Cité de la musique, La Scala Operası, Berlin Filarmoni… Salzburg Festivali’ni tabii söylemeye gerek yok. Festivaller içerisinde ayrı bir mit. Edinburgh Festivali’ni hiç görmedim, görmek istiyorum en kısa zamanda. Güney Fransa’da La Roque D’Antheron’da harika bir Piyano Festivali vardır. Çok iyi programlaması var oranın da. Ama benim için İsviçre’deki Verbier Festivali bambaşka, çok sevdiğim bir festival. Verbier, İsviçre dağlarında bir köy, kış sporlarıyla adını duyurmuş. Ama sabah kalkıyorsunuz 11’de kilisesinde bir konser. Sonra masterclass’lar başlıyor, ustaların verdiği dersleri dinliyorsunuz. Akşam oluyor, 7’de bir konser, 8’de bir konser, bazen 10’da bir konser… Ve kahve içiyorsunuz, şurada Mischa Maisky, orada Martha Argerich, inanamıyorsunuz. Ben mesela besteci Rodion Shchedrin ve Thomas Quasthoff ile öyle tanıştım mesela. Çok yaratıcı programları var ve tabii o yaratıcı programlar bana çok ilham veriyor. Bu güne dek iki kez gittim, bu sene de 26-28 Temmuz arasında orada olacağım.
İlginizi çekebilir: MeloMagger’dan İstanbul Konser Takvimi
İlk yorumu siz yazın!