Fonda çalan Bobby Watson şarkısı, damağımda yumuşak ve hoş bir tat bırakan Blend1601 filtre kahvem ile size bu yazıyı yazıyorum. “Kahve dost gibidir” Armağan Portakal kahveyi böyle tanımlıyor. Armağan Portakal’ı mutlaka tanıyorsunuzdur ancak kendisini kahve markası sahibi olarak tanımayanların olduğunu düşünüyorum.  Ben çok uzun bir süredir İzmirli hemşerim Armağan Portakal’ı, sahibi olduğu Torlak Çiftliğini ve iki yıl önce kurduğu Blend1601 markasını takip ediyorum.

Ürettiği her işin hikayesi olan ve bu hikayeye tutkuyla bağlanan insanların enerjileri mutlaka yaptıkları işlere geçiyor. Konuşmalarına, davranışlarına yansıyor ve mutlaka aynı frekanstaysanız onlarla bir yerde buluşuyorsunuz. Sanırım Blend1601’de benim dikkatimi bu yüzden çekti. Bunu geçtiğimiz günlerde Blend1601 hakkında konuşmak için beni kırmayarak theMagger okuyucuları için zaman ayıran Armağan Hanım ile konuşurken fark ettim.

Az sonra okuyacağınız röportajı gerçekleştirdiğimiz sırada ürününü ve hikayesini anlatırken gözlerinde oluşan ışıltı, ürüne ve markaya karşı hissettiği heyecan, sıradan bir kahve markasından bahsetmediğimizi kanıtlıyordu. Röportaj sonrasında edindiğim izlenimle diyebilirim ki Blend1601, Armağan Portakal’ın kendi deyimi ile “toprağın ritmine uygun” Yaşamaya başladıktan sonra kendine kattığı tüm özelliklere ve yaşanmışlıklara sahip, doğayla ve dünyayla uyumlu, akışa güvenen bir marka.

Doğayla uyumlu diyorum çünkü Blend1601 kahve çekirdekleri elle toplanmış Shade Grown, yani gölgede yetişmiş çekirdekler. Buna göre Blend1601, vahşi doğanın neredeyse yok olduğu, su kaynaklarının tükendiği dünyamızda gölgede yetişen kahveleri kullanarak sürdürülebilir bir marka olma özelliğine sahip. Ben burada kendi yorumlarıma son verip Blend1601’in hikayesini, markanın kendi sahibinden öğrenmeye geçmek istiyorum.  Bu güzel, samimi ve keyifli sohbet için tekrar Armağan Hanım’a çok teşekkür ediyorum.

Öncelikle theMagger ‘da yayınlanacak röportajımı kabul ettiğiniz ve bana zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Ben bugün theMagger için sizinle Blend1601 hakkında konuşmak istiyorum. Markanın hikayesini araştırdım, ne zamandır da takipteyim. Tutkulu insanların enerjilerini çok seviyorum ve siz de öylesiniz, ışığınız bu yönde. Blend1601 böyle bir hisle mi doğdu? Tamam Torlak Çiftliği’ni kurdunuz, burada bir düzen geliştirdiniz. Yeni bir marka çıkarmamanız da mümkündü. Nereden aklınıza geldi kahve markası kurmak? Sizi buna iten duygu ne oldu?

Kahveyi anlatırken biraz çiftlikle bağlamam lazım. Aslında kahve tamamen Torlak Çiftliği için doğmuş bir şey. Sonradan kendi yolunu bulan evin evladı gibi. Şimdi büyüdü üniversiteye gidiyor gibi düşünebiliriz. Biz 2014’te burayı aldık. İstanbul’da yaşıyorduk ama İzmir’den çalışmak için giden bir aileyiz. Hayatımızın çoğu İzmir’de geçti zaten. Burayı aldıktan sonra buradaki zeytin ağaçlarını gördük ve dedik ki “Burayı atıl bir yer ya da yazlık ev gibi düşünmeyelim burayı üreten bir yer yapalım mı?” “Yapalım!”. Ve herhangi bir fizibilite, ön çalışma gibi bir şey olmadan çıktı bu fikir. Sadece gerçekten zeytin ağaçlarının hürmetine…

Biz burada butik, sadece kendimizin yaptığı, çok fazla ürün çeşidine girmek istemediğimiz çok telaşa kapılmak istemediğimiz iş modeli yarattık ve içinde de yaşayalım dedik. Ben neredeyse 5 yıldır buradayım çünkü toprakla uğraşınca uzaktan olmuyor. Yani “İstanbul’da yaşayayım ama hafta sonu geleyim olur” düşüncesi ile bu iş olmuyor.

Emek istiyor diyorsunuz.

En önemlisi; toprak sadakat istiyor. Dolayısıyla burada zeytinle başlayan hikaye gel zaman git zaman “Toprak üretiyor, zihin beden de üretsin atölye de yapalım” oldu, “Özel ürünlerimiz olsun” dedik özel ürün oldu. Sonra 2019 yılında şöyle bir hayal kurdum ben: Sadece Torlak Çiftliği için özel üretilmiş bir ürün olsun ve sadece torlak çiftliğinin satabileceği özel tasarlanmış ürünler, koleksiyonlar olsun dedim. Ama bu tabi öylesine “Şunu da yapayım bu da olsun”dan ziyade bir şey. Biz burada toprakla uğraştığımız için toprağın kendi ritmi var. Her şeye sen karar veremiyorsun; o seni terbiye ediyor. Sen o çemberin içine girdiğinde işler yolunda gidiyor.

Toprağın ritmi bizim keşfettiğimiz bir şey de değil. Belki dünya kurulduğundan beri var olan bir şey bu, biz yeni aydınlandık diyeyim. Ben burada toprakla uğraşırken seramikle uğraşan biri Denizli’de biri İzmir’de olan arkadaşlarım vardı. Onlar da toprakla ve çamurla uğraşıyorlardı ve aynı dili konuşuyorduk. Ben diyordum  ki: “Toprağın ritmi bu, ben karar veremiyorum, hasat zamanına ben karar veremiyorum ürünün tatlanma süresine ben karar veremiyorum. Kendi biliyor.

Tam bir teslimiyet aslında

Evet tam olarak öyle. Seramikçi arkadaşlarım da aynı şeyi söylüyorlardı. “Biz seramiği elimize aldığımızda onun da bir ritmi var” diye. Toprağın ritmi burada da geçerli. Kafanda başka bir düşünce varsa konsantre olamadıysan o çıkmıyor. Ya da öyle bir transa giriyorsun ki hayalinde olmayan bambaşka bir şey çıkıyor gibi. Buradan yola çıkarak Torlak Çiftliğine özel bir ürün olacağı için seramik bir ürün çıkarmaya karar verdim. Hem de seramik artık turistik yerlerde şehir adı yanına kalp yazılan bir ürün haline geldi maalesef.

Evet seramiğin anlamını kaybettik.

Evet. Halbuki o kadar kadim bir zanaat ki bütün antik kentlerde seramikler çıkıyor. Dolayısıyla ben seramik bir koleksiyon yapmak istedim. Ama bu “Ne yapalım” gibi planlı değildi. Ben hikayelerin gücüne çok inanıyorum ve eğer bir hikaye varsa bir iş yapabiliyorum açıkçası. Bu nedenle çıkaracağımız ürünlerin hikayesi olsun istedik. İzmir’deki arkadaşımdan zeytin döngüsünü rica ettim. Ben zeytin döngüsünü 6 temel evreye ayırıyorum. İlk seramik serimizi zeytin döngüsünün ilk evresi olan uyanış evresine ithaf ettik. İlk seramik ürünümüz böylece Uyanış serisi fincan ve kupalar oldu. Diğeri de  1250 yaşındaki ağacımız İda’dan esinlendiğimiz serimiz. Onu Denizli’deki arkadaşımla onurlandırdık. Seramikler çıktı, satışa sunduk. Sonrasında yine Torlak Çirftliği’ne ait gümüş ürünler ürettik.  Ama sonra bir akşam ayaklarımı uzatmış otururken aklıma kahvenin keşfedilme hikayesinin çoban Kaldi’nin keçisine dayandığı geldi.

Bir arkadaşımız var: Alper. Aslında önce Fatih’in arkadaşıydı sonra ben Alper’le (Master Roaster, Alper Ulus) arkadaş oldum. Alper kahveci ve 30 yıla yakındır bu sektörde. Müthiş bir deneyime sahip. Fabrikası  Işıkkent’te. Onu aradım. Zaten Alper bana bir araya geldiğimizde hep “Dünya’da kahve nasıl keşfedilmiş biliyor musun? Çoban Kaldi’nin keçisi bulmuş.” derdi. Ben de Torlak Çiftliğin’de zeytin ağaçlarının içinde kendimi çoban ve keçi hikayesinde buluyorum. Çünkü zeytinin kadim dostu da çoban ve keçidir. Kendimde böylece Çoban Kaldi ile ortak noktada buldum. O akşam ayaklarımı uzatmış düşünürken “Sen özel bir ürün peşindesin bu çobanla keçinin yolunu izle bak kahveye çıkıyorsun. Hadi Torlak Çiftliği için özel üretilmiş bir kahvemiz olsun” dedim. Blend1601 yolculuğuma bu düşünceden yola çıktım. Yani ben aslında ilk başta “kahve sektöründe olmalıyım” diye girmedim bu işe. 

Yani hikaye sizi kahveye götürdü.

Evet hikaye oraya götürdü. Torlak Çiftliği’nden çıktı. Ben Alper’e nasıl bir kahve olsun, kokusu ne olsun tadı ne olsun diye anlattım. Bir kahve uzmanı değilim ben. Hala değilim 2 yıldır bir kahvem var ama 2 yılda kahveyi öğrendim anlamına gelmiyor. Hala birçok şeyini bilmiyorum. Çok derin bir konu çünkü. Ama ben ona sadece nasıl bir koku nasıl bir tat onu anlattım. O, 30 yıllık tecrübeyle ‘blend’i yarattı. Bir ‘blend’i yaratmak, onu kavurmak çiğken başka ama kavrulduktan pakete girdikten sonra başka… Çekirdeklerin birbiriyle uyumu… O bir uzmanlık alanı işte. Biz onu yaptık. Ve 16 Ocakta da “tamam” dedik “bu blend güzel” dediğimizde de “yalınlık zenginliğimizdir” diyerek çok da kompleks bir isme gerek yok bu bir blend ve bugün 16 ocak ismi de blend1601 olsun dedik.

Aslında basit düşündük diyorsunuz ama marka konumlandırma açısından hem paketlemeleriniz hem ismi hem de bir hikayesi olması yerelden globale evirilebilecek bir marka için yeterli bir şey. Bir de tabii işin arkasında bu işe inanan insanların olması çok önemli ve o enerji geçiyor. Ben markanızı incelerken gözüme en çok çarpan kısmı ‘Shade grown’ olmuş olması oldu. Ben de aslında ‘shade grown’ kahve ne demek bilmiyordum ve röportaja çalışırken öğrendim diyebilirim . Türkiye’de sanırım çok fazla ‘shade grown’ kahve markası bulunmuyor yanılıyor muyum?

 Belki  varsa da bunu anlatma gereği duymadılar. Bu çekirdekleri seçerken “Shade Grown” ne demek ben de bilmiyordum. Alper’in öngörüsü oldu aslında ve bana dedi ki “Bu Premium bir kahve. İçtikçe içilecek, damak tadı gelişmiş insanlar daha iyi anlayacaklar. Çok içtikçe daha iyi anlayacaklar çünkü bu üst segment bir kahve” dedi.  Yani biraz da burada toprakla uğraşmanın verdiği sorumlulukla bunu pakete taşıdım. Bazı yerlerde anlattım. Daha çok üstüne bastım. Çünkü bu, evet günümüzde de çok önemli bir ayrıcalık. Başka kahvelerde var mı bilmiyorum ama büyük ihtimalle olsa da farkında değiller. Bir de bu bir maliyet sonuçta. Dedim ya ben kahve sektörüne girmek için girmedim ve Alper de 30 yıllık deneyimle “hadi çok satan bir kahve yapalım” diye bakmadı olaya. Dolayısıyla Blend1601 öyle özel bir kahve olarak ortaya çıktı aslında. 

Ben hala kimseyle rekabet etmiyorum. Hala rakiplerin fiyatlarını bilmiyorum. Böyle bir derdim yok. Hiçbir rakibi de takip etmiyorum. Bu benim olgunluk yaşlarımın benim için özel ürünlerinden bir tanesi. Torlak çiftliği bir, blend1601 ikincisi… Ben gıda sanayiden geliyorum. O sektörde çok çalıştım ve oradaki rekabet , kar baskısı, ürün maliyeti vesaire… Ben buralarda değilim. Ben, içime sinen gönlüme sinen ürünler peşindeyim. Benim ürünüm az olsun.

Biraz da Shade Grown’un ne demek olduğundan bahsedelim. Tam olarak ne demek oluyor gölgede yetişmiş kahve çekirdeği?

Shade Grown’u şöyle düşün: Çok yüksek rakımda olan ağaçlar var (ya da daha alçak da olabilir mesela Robustada da shade grown olabilir) ama biz Arabica için yüksek rakımda olanlardan bahsediyoruz. Yüksek rakımda, doğal ortamında kendiliğinden yetişmiş ağaçlar bunlar ve diğer yüksek ağaçların arasındalar. Aslında gölgede büyümek demek orada bir biyoçeşitliliği anlatıyor, doğal ortamı anlatıyor, orda daha çok kuş daha çok böcek daha çok döllenme daha çok çeşitlilik olduğunu anlatıyor. Gölgede yetiştiği için daha az su tüketimine sebep oluyor. Doğal ortamında, güçlü kendisi yetişmiş genlerden oluşuyor. Zeytindeki delice gibi düşünebiliriz aslında.

Gölgede kahve çekirdeği yetiştirmek dökülen yaprakların daha çabuk çürümesini dolaysıyla o kahve ağaçlarının daha fazla besin almasını sağlayan bir şey. Bu bir ayrıcalık aslında. Bizim kahve çekirdeklerimizin shade grown olması çok önemli bir şey. Bu nedenle pakette de yazdık. Bunu sorduğun için de ayrıca teşekkür ederim.

Rica ederim. Ben araştırdığımda bir belgesele de denk geldim.  Dünyada çok büyük bir tüketim olduğu için aslında daha fazla üretim yapabilmek adına çiftçiler sadece güneşte kurutulmuş çekirdekleri tercih ediyorlar sanırım. Sadece güneşte kurutulmuş çekirdeklerin zararlı olduğu gibi bir düşünce belirdi bende.

Yok aslında şöyle; dünyanın o kadar büyük bir iş kolu ki bu… Hem shade grown hem sun grown olacak. Yoksa dünyadaki kahve tüketimine yetmez. Biri tarla gibi düzgün ekip düzgün tarım yapmak oluyor. Ona da ihtiyaç var. Shade grown biraz daha niş bir iş kolu.

Shade grown’u araştırdığımda bir belgeselden bahsetmiştim az önce. O belgeseli sizin gibi niş üretim yapan sanırım Amerikalı bir marka yapmış. Belgeseli sitelerinde yayınlamışlar ve ücretli izleyebiliyorsunuz. Bir de kendi ürünlerini eklemişler siteden satıyorlar. Amaçları ilk etapta farkındalık yaratmak gibi ama aslında tamamen pazarlama stratejisi oluşturmuşlar ve belgeseli parayla izlettirmeleri biraz konudan uzaklaştırmış. Bu gibi bir örnekten yola çıkarak siz her ne kadar agresif bir pazarlama stratejisi gütmeseniz de markanız bu konuda kendi başına ilerleyecek gibi duruyor. 

Öyle mi? Çok teşekkürler, inşallah. Hiç agresif yaklaşmıyoruz gerçekten de. Hatta geçen hafta 2. Yaşını kutladık ve Blend1601, iki yıldır var. Ben hem gıda sanayi hem pazarlama kökenliyim. Hem de eşim medya sektöründe. İsteseydik Blend1601 ismini çok daha hızlı yayabilirdik. Ama bizim elimizde hep fren var. Bu sağlam adımlarla gitsin, içimize sinen bir iş olsun diye gittiğimiz için biz sadece inandığımız şeyleri inandığımız kadar kullanıyoruz. Biz, yaptığımız işin ruhu kaybolsun içi boşalsın itemiyoruz. Kolaycılığa gitmiyoruz. Bu işin hem patronu hem işçisiyiz. Gönül vererek bir işi yapmıyorsan, iki yıl çok koşarsın ama benim derdim kalıcı bir iş olsun.

Peki, evet rekabetçi yaklaşmıyorsunuz ama bu markayı kurarken kimleri düşündünüz? Kimler Blend1601 kahvesi içmeli ? Bir hedef kitle belirlemiş miydiniz?

Hiç öyle bir şey düşünmedim. Çünkü biz aile olarak sabah kalkar kalmaz filtre kahve makinasının düğmesine basan bir aileyiz. Birbirimize ilk iş sorarız “kahveyi hazırladın mı?” diye. Bizim ilk işimiz odur ikincisi de müziği açmaktır. Ben bir profil çizmedim ve “kahve dost gibidir” dedim. Kahve o kadar hayatımızın içinde ki iyi günde, kötü günde, iş görüşmesinde, arkadaşla dedikodu yaparken, komşuyla beş kahvesi, sabah yorgunluk kahvesi… Çok içimizde olan bir şey ve bunu kahveyi seven insanlar içsin dedim. Kafamdan beyaz yaka olsun olmasın gibi bir şey  geçmedi. Kahve içmekten keyif alsın içenler diye düşündüm.

Bana şöyle geliyor biraz: Kahve içerken ağzında hoş bir tat bırakıyorsa, örnek veriyorum çikolata tadı bırakıyorsa böyle bir kahveyi içerken yanında caz dinleyeyim ya da ne bileyim hayattan o an daha çok keyif alayım. Bana iyi bir kahve bunu çağrıştırması gerekiyormuş gibi geliyor. Blend1601 böyle bir his mi yaratıyor sizce?

Blend1601 biraz huzur yaratır, keyif verir, hayatın tadını çıkarmak, kendini ödüllendirmek, şımartmak… Bunu yaratır. Yaratmasını da isterim hep

Son olarak şunu sormak istiyorum. Şimdi malum su sorunu yaşıyoruz ve Türkiye’de kahve tüketimi de gayet yoğun. Shade grown kahveler konusunda pandemiden sonra workshop gibi etkinliklerle bir farkındalık yaratmak gibi bir düşünceniz var mı?  

O beni çok aşar. Bu benim kahvemin bir özelliği ama ben böyle bir toplum mesajı verme çabasına girmek istemiyorum. Ben, yaptığım işlerde dikkatini çektiyse şöyle bir şey yapıyorum: “benim ürünüm en iyisi gel al satın al” demiyorum. Ben diyorum ki “benim ürünüm elle toplanmış shade grown” bu kadar. Ben toplumun önüne çıkıp o kaygıyla iş yapmak istemiyorum. Bunu, dikkatini çeken hoşuna giden bu algıda olan insanlara hitap ediyorum. Shade grown’u anlatmaya devam edeceğim. Zaten bu, kahvemin özelliği. Ama bunun dışına çıkıp daha büyük bir çerçevede işte dünyanın suları falan ben buralara girmem. Daha ben bir iki yıllık markayken kalkıp bu borazanlık benim haddimi aşar, bana yakışmaz. Ben sadece benim kahvemde böyle bir özellik var derim.

Doğru söylüyorsunuz bir adım atmak bir eylem göstermek bazen birçok şey söylemekten daha değerli. Siz de eylem göstermiş oluyorsunuz. Ben, çok teşekkür ederim bana katıldığınız, zaman ayırdığınız için. Bu benim theMaggerdaki ilk röportajım olacak.

Aa öyle mi? Uğurlu gelsin. Sayfama baktığında Blend 1601 ile ilgili basında çok fazla yazı olmadığını görmüşsündür. 3-4 tane falan. Ben de oralardan çok imtina ettim. Az az olsun. Uzun bir aradan sonra seninle röportaj yapmak da benim için ilk oldu.

Tekrar çok teşekkür ediyorum tanıştığımıza ve hikayenizi sizden dinlediğime çok memnun oldum.

Kapak Fotoğrafı: Blend1601

İlginizi çekebilir: İrem Bali’den Molino Cucina Röportajı