“Glastonbury’den Babylon’a… Brit-Rock’ın Dahi Çocukları İstanbul’da.” 19-20 Mayıs 2006’daki Babylon konserlerinin sloganı buydu. Gittiğim her konser için ayrı bir heyecan yaşamışımdır ama Babylon’da gittiğim onlarca konser içinde benim için en özel olanlarıydı bu iki gün.

Elbow’la 2001 yazında “Newborn” single’ı sayesinde tanıştım, inanılmaz etkilenmiştim. Hayatımda duyduğum en melankolik şarkılardan biriydi, vokalist çok rahat bas bariton söyleyebileceği bir şarkıyı çok daha yüksek bir notadan hafif ağlamaklı bir sesle söylüyordu. Yüzlerce kere dinledim ve hala en içtenlikle, en samimiyetle söylenmiş şarkılardan biri olduğuna inanıyorum.

Elbow

Ertesi yaz yurtdışına giderken (ki en az bir yıl geri dönmeyecektim) uçakta tahminen 20-30 kere aynı şarkıyı dinledim, garip bir şekilde o yolculuğu anlatmam istense o şarkıyla özetleyebilirim. “Asleep in the Back” albümünü çıkışından bir yıl gecikmeyle 2002’de aldım. Albüm de en az “Newborn” kadar güzeldi, benim için başyapıttı, başka kelime bulamıyorum. Grubun tarihini merak edip araştırdığımda daha da etkilendim. İkisi kardeş beş üye (ve hiç bir zaman bir değişiklik yaşamadılar), ilk albüm anlaşmalarını 1997 sonrasında Island Records ile yapıyor, albümü kaydediyor, albümün yayınlanmasına kısa bir süre kala Island Records el değiştiriyor ve albüm geri çekilip rafa kaldırılıyor. Arada bağımsız bir plak şirketi ile üç EP yayınlıyorlar ve şarkıları özellikle BBC Radio 1 tarafından çok fazla çalınıyor. Ve…10 seneden fazla bir zaman sonra ilk albümleri yayınlanıyor…idealist ve tutkulu gruplar başka nasıl tanımlanır bilemiyorum.

Cast of Thousands

“A Cast of Thousands” ve ardından “Leaders of the Free World” albümlerini yayınladıktan sonra 2006’da İstanbul’dalardı. Özellikle “Leaders of the Free World”de daha büyük kalabalıkları da coşturma potansiyeline sahip “Station Approach” ve “Forget Myself” şarkılarını çok sevmiştim. Konser tarihleri 9 günlük bayram tatiline denk geldiğinden biletler tam bitmedi diye hatırlıyorum, aslında içten içe delirmiştim. Yaklaşık 400 kişilik bir kulüpte Glastonbury gibi festivallerde çalan bir grubu izleme şansını yakalamak varken gelmemek… Ama sanırım iki konseri de büyülü kılan gerçekten o anda sadece orda olmak isteyenlerin olmasıydı. Bazen konserlerde sadece boy göstermek, görünmek isteyen kişiler olur; 19-20 Mayıs’ta bir tane bile hatırlamıyorum.

Forget Myself

Her iki gün de performans inanılmazdı. “Station Approach”, “Forget Myself”, “Puncture Repair”, “Fallen Angel”… Zaman zaman çok yavaş tempoda müzik yapan bir grubun dalgalanmadan hep yüksek enerjide devam etmesine ve stadyum ya da 400 kişilik bir kulüpte aynı içtenlikle çalmasına çok saygı duymuştum. Guy Garvey “bir tane bira alabilir miyim?” diye anons yaptı ve tüm seyirciye kadeh kaldırdı; hayalinde müzisyen olmak isteyen herkesin o içtenliği ve o anda canlı müzik yapmaktan duydukları mutluluğu görmelerini isterdim. Her iki akşam da “Newborn”la bitti. İlk gün çalarlar mı diye bekledim bütün konser. Son şarkı dediğinde içimden “hadi” dediğimi hala hatırlıyorum… Guy Garvey canlı versiyonda nakarattaki haykırışları yapmıyordu ama ben dayanamadım; detone ve kötü sesimle avazım çıktığı kadar bağırdım, ya sesimin kötülüğünden ya da belki o kadar içten bağırmıştım ki bakıp güldü. İçimden tamam dedim, n’apalım ses kötü ama sesim kısılana kadar ya da biri kafamda şişe kırana kadar bağırmaya devam ediyorum… Bu arada şişe kırmadılar, ama eshefle kınayanlar olmuş olabilir.

Tutkuyla çok sevdiğim gruplar vardır ama fotoğraf çektireyim, imza alayım ya da tanışayım gibi adetlerim hiç bir zaman olmadı. Bu şekilde müzik bence daha özel kalıyor. Bir çaba olmadan, hayatınızda nasıl yer veriyorsanız; size özel şekilde. Ancak Elbow istinaslardan biriydi. Kulise girmedim (konser organizasyonlarında çalıştığım dönemler de dahil) ama o gün poster imzalatmak için arkadaşıma rica ettim, “sorarım” dedi. Sonra imzalı posterle geldi, ardından da grup çıktı. Havadan sudan konuşmaya başladık, sonra tabii ki futbol (Manchester City-United derbisi) ve politika… Babylon’da organizasyon ekibi dışında birkaç fan kalmıştı, biz koyu sohbet devam edip ordan ekip ve grupla birlikte (Craig Potter hariç) yan taraftaki Otto’ya geçtik. Bu kadar mütevazi, rahat, olduğu gibi olan ne kadar grup vardır bilmiyorum.

Müzik organizasyonlarında çalıştığım dönem içindeki en güzel anımdı… Saat sabahın 3’ü olmuş, Şehbender Sokak’ta kimseler yok (şimdiki gibi değildi); gitarist Mark Potter’la Otto’nun kapısında sigara içip müzikten konuştuk belki bir yarım saat… Klişe biliyorum ama sanki çok iyi tanıdığım dost gibiydi, en azından içten. Yeni doğan çocuğundan bahsetti; albümlerden, yeni gruplardan konuştuk. “Asleep in the Back” albümünün beni ne kadar etkilediğini anlattım, o da albüm sonrası The Edge’in onu aramasından. Tüm iş hayatımda “iyi ki bu işi yapıyorum” dediğim anlardan biriydi, en önemlilerinden. Kendimi ne kadar ifade edebiliyorum bilemiyorum ama şu anda işimi seviyorum dediğiniz bir an olduysa beni anlarsınız diye umuyorum.

Seldom Seen Kid

Elbow, 2008’de çok prestijli Mercury Ödülü’nü “The Seldom Seen Kid” albümleri için Jools Holland’ın elinden aldı. Sanki yan sokağımda çocukluğumun geçtiği arkadaşlarım ödülü kazanmış gibi sevindim, inanın abartmıyorum. Müziği sevmemin, garip bir şekilde beni dengelediğini düşünmenin yanında hem hayatımdaki bazı yolculukları-dönemleri bana hatırlatan hem de tüm mütevazi ve içten tavırları ile saatlerce sohbet etme imkanım olan bir grubun ödülü kazanmasından çok mutluydum. Hele mazilerini hatırlayıp, o noktaya ödünsüz gelmek için ne kadar beklediklerini ve özlerini koruduklarını düşününce…

Pek şarkı sözlerinden bahsetmedim ancak şu dizeler bana çok etkileyici gelmiştir hep, belki de konserlerle ilgili anlatmaya çalıştığım her şeyden daha etkili. (elimden geldiğince Türkçe çevirisini yapıyorum, anlamından çalıyorsam affola).

“I haven’t been myself of late / Uzun zamandır kendimde değildim

I haven’t slept for several days / Kaç gündür uyumadım

But coming home I feel like I / Ama eve dönerken şimdi, kendimi

Designed these buildings I walk by / Yanından geçtiğim binaları tasarlamış gibi hissediyorum”