Tiyatro seyretmek benim için terapi niteliğinde bir etkinlik. Kimi zaman sahnedeki karakterlerin üzüntülerine kapılıp kendimi unuttuğum, kimi zaman kendi hayatımda yaşadıklarımla sahnedekini bağdaştırdığım için içinde yaşadığım oyunlar… Haluk Bilginer’in başrolde olduğu Kral Lear oyununu izlediğimdeyse, gerçek bir Shakespeare trajedisini sahnede izlemek ne demekmiş anladım. Tüyler ürperten, oyun bittikten sonraki yarım saatte kendime gelemediğim, etkileyici bir deneyim…

Kral Lear bu sene Oyun Atölyesi’ndeki 2.sezonunu tamamlıyor. Yazının en başında umuyorum ki; Kral Lear tiyatro sahnelerini terk etmeden önce herkes bu oyunu izleme şansına sahip olur. Birbirinden yetenekli oyuncunun sahnede sergilediği 120 dakikalık performansın her bir dakikası o kadar değerli, gerçek ve etkileyiciydi ki, bir tiyatro oyunu izliyormuş gibi değil de film izliyormuş gibiydik. Muharrem Özcan’ın yönetmenliğini ve Özlem Karabay’ın sahne tasarımını yaptığı; Orçun Düzeni’nin hareket düzeninden sorumlu olduğu oyunda iktidarın vahşiliğini seyretmeye hazırlıklı gitmenizi tavsiye ederim.

Kısa bir girişten sonra, hislerime geçmeden önce, Shakespeare’nin 1605’te kaleme aldığı trajedi türündeki eser Kral Lear oyunundan bahsetmek istiyorum. Bir dönem eleştirisi olarak da kabul edilebilecek olan Kral Lear, sadece kendi dönemine değil, kendinden neredeyse yarım asır sonraki dönemlere de ışık tutuyor, tarihin nasıl bir tekerrürden ibaret olduğunu da gözler önüne seriyor.

Tahtan ayrılmaya karar vermiş, yaşlanmış bir Kral, topraklarını üç kızı arasında paylaştırmaya karar veriyor ve onları huzuruna çağırıyor. İlk önce büyük kızına soruyor: “En çok hanginiz seviyor bizi?” Büyük kızı en ağdalı, süslü sözlerle Kral’ın duymak istediklerini söylüyor ve ülkenin bir tarafının sahibi oluyor. Sonra ortanca kızına soruyor: “En çok hanginiz seviyor bizi?” Ortanca kızı da ablası gibi, Kral’ın duymak istediklerini, onu çok sevdiğini söylüyor ve ülkenin büyük bir kısmı da onun oluyor. En sona en küçük olan ama en çok sevdiği kızı kalıyor ve ona da aynı soruyu soruyor: “En çok hanginiz seviyor bizi?” En küçük kızıysa Kral’ım duymak istedikleri yerine gerçekten kalbinden geçenleri söylüyor: “Seni bir kızın babasını sevebileceği kadar seviyorum, ne bundan çok ne de az. Ablalarım gibi kalbimdekileri sözlere dökemiyorum, benim sevgim dürüstlüğüm, işte bu kadar seviyorum seni.” Sonra, Kral’ın yanağına bir öpücük konduruyor ama Kral, kızının dürüstlüğünün karşısında kızına öfkelenip onu her şeyden mahrum bırakıyor ve evlatlıktan reddediyor. Lear’ın kontlarından biri, Kral’ı yanlış yaptığı konusunda uyarmaya çalışınca onu da emrinden çıkarıyor ve sarayından kovuyor. Ardından kızıyla evlenmek isteyen Dükler geliyor ve biri, Kral kızını hem evlatlıktan hem topraklarından men ettiği için kızıyla evlenmekten vazgeçerken diğeri tüm dürüstlüğüyle Cordelia’nın elini tutup onu sarayına götürüyor. Kral, diğer iki kızına da; her ay 100 adamıyla birlikte bir ay olmak suretiyle birinde kalacağını, başka da hiçbir şey istemediğini söylüyor ve tacını da çıkarıp gidiyor.

Birbirinden kötü, yalan ve fitneyi karakterlerinin bir parçası haline getiren bu iki abla, sahip oldukları güç için eşleriyle birlikte mutlu mutlu saraylarına dönüyorlar. Kral Lear, büyük kızı Goneril’deki bir aylık süresinde 100 adamıyla birlikte eğlenirken bir anda bir adam çıkıyor ortaya; Kral’ın, sarayından kovduğu eski yaveri, soylu Kent! Kral’ını korumaya yemin etmiş bu adam, kızlarının zehrinden Kral’ı uzak tutabilmek için kılık değiştiriyor ve yine onun emri altona girmeyi başarıyor. Soytarılarıyla, adamlarıyla eğlenen Kral’dan artık rahatsız olmaya başlayan kızı, babasına adamlarına daha fazla dayanamadığını, kendini düzeltmesi gerektiğini söylüyor ve işler yavaş yavaş çığrından çıkmaya başlıyor. 

Kızına lanetler okuyarak saraydan ayrılan baba, yüreğindeki acıyla diğer kızı Regan’a gidiyor ama ablasıyla aynı ruha sahip olan kızı, babasına çok daha kötü davranıyor. “Güçsüzlüğünü bil!” Diyerek durması gerektiğini söylüyor babasına ve bunun üzerine Kral Lear, her ikisini de terk ederek fırtınalı ve soğuk o gecede ormanın derinliklerine doğru yola çıkıyor. Bu yoldaki tek yardımcısıysa saraydan kovduğu ama onu asla terk etmeyen sadık Kont Kent oluyor. Trajedi sadece İngiltere krallığında değil, Fransa krallığında da var oluyor aynı anda. Olayların bir noktada birleşmesini sağlayan diğer trajediyse şöyle oluyor: 

Fransa Kontu Glaucester’ın veliahtı olan iki oğlu arasında bir tercih yapması gerekiyor. Oğullarından biri kendi öz evladıyken diğerinin babasının farklı olduğunu öğreniyoruz. Kendi soyundan olmayan oğlu Edmund ile kendi soyundan lan ve tahtını bırakmayı düşündüğü oğlu Edgar arasında gidip geliyor Glaucester. Derken, Edmund, taht aşkına öyle bir bürünüyor ki bu yolda kardeşini feda etmekten hiç çekinmiyor ve babasını kardeşine karşı dolduruyor, kardeşini de babasından, yani saraydan, hatta ülkeden kaçması konusunda ikna etmeyi başarıyor. Tüm kıyafetlerinden kurtulup sadece bir paçavrayla tanınmaz halde ormanın derinliklerinde deli rolü yaparak gezip kimliğini saklayarak hayatta kalmayı başaran Edgar’ın trajedisi de oyundaki yerini böylece alıyor.

Ardından bu iki trajedi fırtınalı gecede birleşiyor. Kral Lear ve Edgar, karanlık ve yağmurlu o gecede birbirinin buluyor ve Lear, onu görüyor ve “Gerçek insan bu değil mi işte? İki ayak üzerinde bir paçavrayla sürülen hayat.” diyerek üzerindeki her şeyi çıkarıyor. Tam bu sırada, her şeyden habersiz Gloucester ve Kral Lear’ı takip eden Kent Kontu ormana gelip ikisini de fırtınadan kurtararak bir yere sığınmalarını sağlıyorlar. 

Ve trajedi karışıyor. Kral’ın kızları birbirine düşüyor, Glaucester Kral’a gizlice yardım ettiği için cezalandırılıyor, hain Edmund babasının yerine geçiyor, Kral Lear delirmeye başlıyor… Ve oyun, bir tragedyaya uygun olarak ölümlerle son buluyor.

Bir kitabı okuduktan sonra oyununu izlemenin bazı artıları ve eksileri oluyor. Eksileri diyebileceklerim arasında; karakterlerin başına ne geleceğini ve oyunun sonunda ne olacağını bilmek; artıları arasında da oyunun sahneye nasıl aktarıldığını izlerken yaşanılan haz ve karakterlerin başına ne geleceğini bilmek var bence. Evet, karakterlerin başına gelecekleri önceden bilmeme rağmen, kötülük yumağı olan kadınların, adamların ölmesini dört gözle bekledim oyun boyunca, ve sonunu bilmeme rağmen bir an bile sıkılmadan, merak ederek… 

Kral Lear oyununun sahne nasıl sergilendiğine gelecek olursak; tüm izleyicilerin ayakta alkışladığı, finaldeki gözyaşlarımın yarım saat dinmediği, hala hayatın içinden ve hayata dair bir oyun olduğunu söyleyebilirim ilk önce.

Başta Haluk Bilginer olmak üzere, Hare Sürel, Berfu Öngören, Nazlı Bulum, Yavuz Topoyan, Deniz Celiloğlu, Kaan Turgut, Onur Özaydın, Sertan Müsellim, Efe Tunçer ve Hüseyin Sevimli’nin sahnedeki performansı gözlerinizi bir an bile sahneden ayırmanıza müsaade etmiyor. Ağır çekimde yapılan savaş sahneleri, fırtınalı gecenin sahnede somutlaştırılma şekli, Haluk Bilginer’in karakterini sadece oynamayıp yaşaması oyunu oldukça etkili kılan unsurlardan birkaçı. Ayrıca, Shakespeare eseri olmasının da getirdiği bir özellik olarak, “Deliler gösteriyor körlere yolu.” gibi tiradların bugün bile geçerliliğini sürdürüyor olması ve söylendiği anda zihninize kazınması… 

İhanet, sürgün ve mücadelenin oyunu olan Kral Lear, yoğun ve keskin duygularla oynanıyor sahnede ve izleyenlere de yer yer saplanıyor o keskin duygu okları. Toz pembe zihinlerimizdeki gazap dünyasının kapılarını açıyor Shakespeare tragedyası ve onu sahneleyenler. Müzikleriyle, ışıklarıyla, konunun sade ve anlaşılır biçimde sahneye aktarılmasıyla oldukça beğeni toplayan, Shakespeare’in dört büyük tragedyasından biri olan Kral Lear’ı, ne yapıp edip herkesin izlemesini öneriyorum. Şimdiden iyi seyirler!

Kapak fotoğrafı: Instagram / @halukbilginer_official

Oyunun biletlerine buradan ulaşabilirsiniz.

İlginizi çekebilir: ArtsyMagger’dan Tiyatro Önerileri