İşlerinde distopik bir dünyanın eleştirisini doğa ve şehirlerin ilişkileri üzerinden yapan Cansu Sönmez, genellikle işlerinde yine distopya ile bağdaştırdığı betonu kullanıyor. Disiplinlerarası bir sanatçı olan Cansu’nun sokak sanatlarından kinetiğe, farklı alanlarda çalışmaları bulunuyor. Biz de Cansu’yla günümüz insanının doğaya özlemi ve onun bakış açısıyla distopya ve bu bakış açısının işlerine etkisi üzerine sohbet ettik.

yetiskinler-icin-oyun-alani
Yetişkinler için Oyun Alanı | Fotoğraf: Mert Terliksiz

Sanırım üniversiteden mezun olduğundan beri distopya, ürettiğin işlerin ortak konusu. Böyle olmasının sebebi nedir? Distopya senin için ne ifade ediyor ve işlerine nasıl yansıyor?

Distopya ile yazınsal anlamda tanışmam Orwell’ın “Hayvan Çiftliği” kitabı ile oldu. Daha sonra 1984 ve diğer yazarların distopya romanları ile okumalarım devam etti. Şu anda da distopyanın sanata etkisini ele alan bir tez yazıyorum. 2012’de henüz bir üniversite öğrencisiyken 1984’ü yaşadığımızı fark ettim. 2013 yılı da hakim siyasi iklimin baskısını yoğun şekilde hissettiğimiz zor yılların başlangıcı olmuştu. Üretimlerimi şekillendiren distopya konusu yaşadıklarımızla da birebir örtüşmeye başlamıştı. “Bir distopyanın içinde yaşıyoruz.” cümlesi henüz klişe olmamıştı, gerçi pandemiyle bu durumun daha da pekiştiğini söyleyebiliriz.

O dönem bir kaldırım kenarında karşılaştığım cansız manken yığını benim için distopya imgesine dönüşerek belirleyici oldu. Daha sonra cansız manken fabrikasında çalışma sürecim başladı ve mankenlerin üretim aşamalarını videolaştırdım. Fotoğraf, video, kolaj ve resim gibi birçok tekniği kullanarak mekanı ve mankenleri inceledim. Mekan zihnimde düz anlamda “Cansız manken fabrikası” olarak değil, kavramsal bir şekilde “İnsan üretim merkezi” olarak yer edindi.  Fabrika mekanı, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki “Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi” gibiydi. Bu düzenin devlet sloganı ise yine kitapta geçen “Cemaat, Özdeşlik ve İstikrar”dı.

İstikrarın en önemli araçlarından biri, tek tip gruplarda standart erkek ve kadınlardı. Ve mankenler de bunun en güzel örneği oldu. Yaptığım resimlerin adları okuduğum distopik romanlardan kavramlar barındırıyordu. Mesela Orwell’ın “1984” adlı romanında geçen “Bellek Aralığı” gibi. Bu kavram mekanda bulduğum bir cansız manken kafasıyla tüm gerçekliğiyle karşımdaydı. Kitapta, Gerçek Bakanlığı’ndaki basınçlı boruların birinden eski gazetelerin düzeltilmesi gereken sayılar, diğerinden ise yazılı mesajlar gelir. Mesajlarda nelerin nasıl düzeltileceği yazılıdır. Geçmiş, günü gününe güncellenir, insanın kendi belleği dışında hiçbir kayıt kalmaz ve tarih partinin istediği şekilde yeniden üretilir.

Benim bulduğum kafa da, sıra sıra deliklerin olduğu bir kafaydı ve o kafayı resimlerimde kullanmalıydım. Çünkü toplumsal belleğin iktidar tarafından yıkıma uğratılmasının aynı o manken kafasındaki gibi belleğimizde gedikler açtığını düşünüyorum. Zamanla fabrikadaki mankenler atölyeme taşındı. Mankenlerin mekanik yapısını kendimle, etrafımdaki kadın arkadaşlarımla ve kentle birleştirmeye başladım. Ve yine fabrikada gördüğüm bir sahne beni beton heykeller yapmaya yöneltti. 2017 yılında fabrikada yerde karşılaştığım kafalar doğadan koparılmış insan tezahürü gibiydi, yani hepimiz gibi. Böylelikle androjen beton bir yüz yapıp onu hapsolduğumuz betona, harca gömmeye başladım. Kent-insan- doğa üçgeninde yapmış olduğum “androjen yüz”, konuyu irdeledikçe dönüştü, katman oldu, buluntu oldu, küçük kutulara hapsoldu ve ardından kenti ve insanı yapı söküme uğrattığım “imkansız oyuna”, “yetişkinler için oyun alanına” dönüştü.

Sonuçta inşaat bu ülkede asla bitmez, ne toplumun etkisinden sıyrılmaya çalışan insan benliğindeki inşamız ne de kentteki yok etme inşaları. Böylelikle ele aldığım distopyanın yeni imgesi son yıllarda beton oldu diyebilirim. Yaptığım çalışmaları; yaşadıklarım, yaşanılan siyasi ve ekonomik dönem ve dönemdeki insan duygu durumlarıyla çok boyutlu bir şekilde ele almak gerektiğini de belirtmemde fayda var.

Şehir içinde farklı yerlerde beton kafalarını görebiliyoruz. İnsanlar bazılarını koparıyor veya başka bir şeye dönüştürüyor, değiştiriyor. Bu beton kafaları, herkesin bir şekilde ulaşabileceği yerlere yerleştirmenin arka planında yatan düşünce nedir? Hatta Contemporary Istanbul ’19’da da canlı performansın olmuştu, ve oradan geçen birçok kişi o beton kafalardan almıştı duvardan koparıp, benimki hala masamda duruyor mesela 🙂

img_3291
Doğa Özlemi ve Distopya Üzerine | Fotoğraf: Cansu Sönmez

Distopyanın her ne kadar olumsuz bir tınısı olsa da ben çalışmalarımı umudu aramak için yapıyorum. Yaptıklarım, fark edenler için küçük uyarılar niteliğinde. Bir distopik roman kahramanı gibi sisteme itiraz etme arzusuyla sokağa çıktım. Konforlu alanımı terk edip bir maceraya atıldım. Ve sokakta küçük kafaları gören birçok kişiyle sosyal medya sayesinde iletişim kurmuş oldum. Bazen çalışmalarım yok edildi bazen de çalışmalarımı seven, onlarda kendi düşüncelerini bulan insanlar tarafından sahiplenildi.

Contemporary de bu sürece dahil oldu. Tabi Contemporary İstanbul bir fuar, bir beyaz küp. Sanat beyaz küpün içinde dokunulmaz bir nesnedir ve satılıktır. Satılıyor olması da onu değerli kılan başka bir boyut. Bu nedenle çalışmamın, sokakta sadece beğenenlerin, fark edenlerin tercihi iken ve maddi değerden yoksunken eve götürülüp asılmasıyla, Contemporary’deki durum farklı tınlayabiliyor. Contemporary’de beni sokak sanatından tanıyanlar olduğu gibi hiç tanımayanlar da vardı. O nedenle duvardan kopardıkları düşünceye kaç kişi senin gibi sahip çıktı, kaç kişi hevesi geçince bıraktı bilemiyorum.

img_8914
Cansu Sönmez | Fotoğraf: Cansu Sönmez

İşlerinde kullanacağın materyallere nasıl karar veriyorsun? Yıllar içinde kullandığın malzemeler nasıl değişti?

İşler kendisi karar veriyor diyebilirim. Sürecime dair ilk soruda bir malzeme dönüşümü anlattım aslında. Bence malzeme dönüşümüm, tüm üretim sürecim görünmez bir iple birbirine bağlı. Bu dönüşüm benim için yuvarlanarak büyüyen, gelişen bir kar topu gibi. Tabii dikkatsiz bir göz bağlantıları okurken yüzeysel davranıp hepsini farklı nitelendirebilir. Çalışmamın en iyi ifade edileceği araç ne ise, vakit kaybetmeden o yöne uzanıyorum ve bu uzanma süreci üretimimde çok doğal gelişiyor.

Dönüşüm riskler de barındırıyor. Her ne kadar sanata dair birçok teknik öğrenmiş olsam da, destek almamın gerektiği noktalar oldu. Mesela kinetik duvarı yaparken yazılım kullanmak, elektronik bağlantı yapmak gerekti. Şu an hazırlandığım konuyla ilgili olarak bir ziraat mühendisiyle çalışmam gerekiyor.

dsc_0486-2
Doğa Özlemi ve Distopya Üzerine | Fotoğraf: Cansu Sönmez

“Disiplinlerarasılık”  dediğimiz şey de tam olarak bu. Ne yazık ki Türkiye’de sanat iktidar kadar muhafazakar. Hala malzemelerimle ilgili “Peki seni hangi işinle tanıyacağız?” gibi sorular soranlar oluyor. Bu soruları soran kişiler sözde sanat yazarı, küratör hatta sanatçı olabiliyor. Ben sanatçı olarak ifade araçlarımı anlatırken çok açık olduğumu ve yaptıklarımı anlatma görevimi gerçekleştirdiğimi düşünüyorum. Hatta şanslı bir sanatçı olarak röportajlarla da bunu açıklama fırsatı bulmuş birisiyim. O nedenle sanatsever, sanat yazarı, küratörü vs. gibi mecrayla ilgili insanlar da sordukları sorunun sorumluluğunu yerine getirmeliler. İlla soru sordukları kişiyi okusunlar anlamında demiyorum ama en azından dillere pelesenk olmuş “disiplinlerarasılık” kavramını öğrensinler.

Kentleşme ile birlikte doğadan giderek uzaklaşıyoruz. Sanırım 2018 yılında yaptığın, biraz önce de bahsettiğin, kinetik enstelasyonunda doğanın yansımalarını betonlaşmış yapılar üzerinden kurgulamayı amaçlıyordun. Bunu nasıl başardın, böyle bir enstelasyon yapma fikrin nasıl gelişti biraz bahsedebilir misin?

Çalışmalarımda betonu kullanmam yüksek lisans sürecimle aynı zamana denk geliyor. Bölümüm Sanat ve Tasarım, temel sanat dersinde sanatın ilke ve ögelerini günümüz bakışıyla tekrar ele alıyorduk. Yani kişisel çalışmalarımızın üretim sürecinde bu ilke ve ögeleri daha görünür kılıyorduk. Ben de çalıştığım konudan sapmak istemedim. Prof. Lebriz Rona’nın ritim dersinde kolaj yaparken bu fikir ortaya çıktı ve kinetik çalışmamın yüksek lisansta proje ödevi olarak ilk prototipini gerçekleştirdim. Kolajda yarattığım etki bana suya taş attığımızda çıkan dalgaları anımsattı ve böylelikle betonu oluşturan malzemenin temellerini düşünmeye başladım. Çimento, agrega ve su… Su betonu aktive eden materyal. Beton ise bugün sonuçlarını düşünmeden nehirleri kurutup üzerine yol, yolun kenarlarına ev yaptığımız materyal… Bu paradoksu ele aldım. Kente bırakılan her anlamsız betonun içinden doğanın sesi çıksın istedim. Kavramsal boyutun yanı sıra, bir yıl boyunca teknik anlamda hırpalandım diyebilirim. İstediğim gibi salınım elde etmek için mekanik hareket yerine tek bir noktaya vuruşla (suya atılan taş misali) salınımın gerçekleşmesini istedim. Sonunda istediğim etkiye ulaştım. Çalışmamı olması gerektiği haliyle ilk olarak TÜYAP’ta sonrasında ise Bang.Prix, Sonar +D ve Project 7.8.9’da sergileme fırsatı buldum. Özellikle TÜYAP’ta birçok farklı kesimden insan yerleştirmeyi deneyimledi ve çoğu bu taklit ivmelenmeyi rahatlatıcı buldu, doğanın taklidi bile insanı etkiliyor.

2019’da da “Bu Nasıl Uygarlık?” adlı ilk kişisel sergini gerçekleştirdin, biraz serginden bahseder misin?

Kişisel sergimde “Uygarlık” sözcüğünün kökenine indim. Kelimenin İngilizce karşılığı Civilization’ın kökeni Latince kent anlamındaki “Civitas” kelimesinden geliyor. Aynı kökten gelen “Civil” kelimesi ise kentli anlamına gelmektedir. Yani, “uygar, kentte yaşayan insan” anlamına tekabül etmekte. Kendi oluşturduğu kentlerde bir üst zihin seviyesine çıkamamış uygarlık, insanı öz doğasından kopartılmış kurgu yapılarla dolu bir evrende mutsuzlukla baş başa bırakmış durumda. Yalıtılmış bir hayatın pazarlandığı, göğe uzanan yapıların anıtsal mezarlara dönüştüğü kentte sisteme direnemeyen neslin, ekolojisi altüst olmuş bu dünyadaki varlık sürecinin tahayyülünü kurgulamaya çalıştım.

Bu süreçte Philip K. Dick’in “Androidler Elektirikli Koyun Düşler Mi?” romanındaki mekan tasvirleri bana esin kaynağı oldu. Sergi için gerçekleştirdiğim “Conapt“* serisinde; yüksek binalarda yer alan dairelerde hiçbir şeye ihtiyaç duymadan, birbirlerinden yalıtılmış halde yaşayan sakinleri ele aldım. Bu sergi için oluşturduğum kuşbakışı beton bir şehir hissini veren çalışmam ve buluntu inşaat malzemelerinden oluşturduğum yerleştirmemde yalnızlık duygusu irdeledim.

Dick’in aynı romanında 3. Dünya savaşı yeni bitmiş ve dünyayı radyoaktif bir toz bulutu sarmıştır. Toz bulutundan kaçarak yaşayan insanlar, oluşturulan conapt binaların içinde sıkışmış ve duygudaşlık makinesine bağlanarak mutsuzluklarını izole etmeye çalışırlar. Bugün bu soruyu yanıtlarken bizler pandemi nedeniyle evlere kapandık ve duygudaşlık açığımızı sosyal medyayla kapatmaya çalışıyoruz.

Aynı zamanda sergide iç içe geçmeyen 6 bin parçalık beton Legolardan oluşan “İmkansız Oyun” adlı yerleştirmem; alt katta halkı temsil ederken, üst katta “Yetişkinler İçin Oyun Alanı” çalışmam iktidarı temsilen konumlandı. İkisi de legoya ve oyuna dair kent-insan-doğa ve güç bağlamında farklı bir bakış açısını temsil etti. İmkansız oyun kentin ve benliğin inşasında hayallerimizin hatta gerçekleştirdiklerimizin yıkılmaya ne kadar müsait olduğunu gösteriyordu ve insanlar sergi süresince yeni yapılar yapıp önceki tanımadıkları katılımcıların yaptıklarını yıktılar, tıpkı hayatta olduğu gibi.

*Phlip K.Dick’in “condominium apartment” (kat mülkiyetli daire) sözcüklerinden kısaltarak uydurduğu sözcük)

İşlerini görmek isteyenler, onlara nerelerden ulaşabilir?

Tabii ki, değerli Pg Art Gallery‘nin ve benim @cansusonmezart adlı Instagram hesabımdan işlerimi görebilirler.

Şu an hazırlandığım konuda ziraat mühendisleriyle çalışmam gerekiyor demiştin, yoksa yolda yeni sergi mi var?

Üzerine çalıştığım iki farklı konu var. Birisi 2019 yılından beri üzerine düşündüğüm, araştırdığım döküman tarafının da olacağı bir yerleştirme. Konusu da; Bayrampaşa Enginarı. Bir zamanlar bölgeye has enginarıyla meşhur olan Bayrampaşa’nın değişen kimliği üzerinden, orada doğmuş büyümüş birisi olarak kendi gözlemlerimle ele aldığım distopyanın tersine bir ütopya kurgulamaya çalışacağım. Hatta Instagram hesabımda yazdığım yazıdan alıntı yapayım “…Geçmişinin, mesire alanı olan zamanlarının izini sürerek, enginarların, üzümlerin yetiştiği, Lykos deresinin aktığı yer, zamanında “Altın Tepsi” de göçmenlere sunulmuş yeşillikli yer, bağını bahçesini koruyabilseydi nasıl olurdu? Ben nasıl olurdum?”

Diğer çalıştığım konuyu yine kamusal alanda gerçekleştireceğim, şimdilik bu kadarını söylemekle yetineyim ama onun da temelleri geçmişe dayanıyor diyebilirim. Ve son olarak bu güzel röportaj için teşekkürler Melis.

Ben teşekkür ederim 🙂 Yeni işlerini heyecanla bekliyorum!

Kapak Fotoğrafı: Cansu Sönmez

İlginizi çekebilir: Melis Büyükerk’ten Ayşe Gül Süter ile Bio-Art Üzerine