Her hayalin gerçeğe çok yaklaştığı yerler vardır. Benim için o yer; Paris. Paris’ten uzaklaşırken bir daha ne zaman geliriz diye düşünmemek elde değil. Henüz havalimanındayken bu soruları sormaya başladım. İtiraf etmeliyim, şu an yazmaya başlayınca bile özledim. Paris’i okumaya bu şarkı eşliğinde başlayınız, çünkü Paris semaları altında her şey büyülü..

youtube play youtube play

Cumartesi sabah Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan yaklaşık dört saat süren bir seyahat sonunda Charles de Gaulle Havalimanı’na ulaştım. CDG, şehir merkezinden 30 kilometre uzaklıkta yer alıyor. Shuttle ve sonrasında tren ile şehir merkezine ve Gare du Nord veya Châtelet-Les Halles İstasyonu’na gitmek oldukça kolay. Sonrası metroyla Paris’in merkezine yolculuk…

Seine Nehri’nin yanına kurulu bu güzel şehir aslında geceleri şehrin ışıklarının yarattığı o harikulade görüntü ile çok büyülü görünüyor. Paris, çiçeklerle donatılmış parkları, zarif bulvarları, kafeleri, şık butikleri, enfes restoranları, göz kamaştırıcı mimarisi ve heyecanlı atmosferiyle dünyanın en güzel şehri olarak kabul ediliyor. Ben de bu fikre katılıyorum; Paris akıllardan çıkmayacak bir şehir.

Cafe De Flore
Cafe De Flore | Fotoğraf: Instagram / lecafedeflore

Airbnb’den kiraladığımız evimizin bulunduğu Paris’in en eski ve en tarihi bölgelerinden biri olan Saint Germain des Pres, ünlü kafe ve restoranları, ihtişamlı mimarisi ile görmeniz gereken bir diğer semt. Buradaki şık mekanlardan Cafe de Flore ve Les Deux Magots’u es geçmeyin ve mutlaka oturup bişeyler için derim. Ben yolculuktan hemen sonra kendimi Eiffel için giriş sırasında buldum ama siz yoğun bir güne keyifli ve lezzetli bir kahvaltı ile güzel bir mekanda başlamayı ihmal etmeyin.

Unutulmaz şehir Paris’in ziyaret edilecek en meşhur iki yeri; Eiffel Kulesi ve Notre Dame Katedrali. Biz gittiğimizde hava soğuk olduğu için yorucu bir kalabalık yoktu. Biz de diğer sanatçıların, entelektüellerin, filozofların ve aşıkların yaptığı gibi Paris sokaklarını adımlayarak devam ettik güne.

Notre Dame Katedrali
Notre Dame Katedrali | Fotoğraf: Unsplash / Steven Lasry

Notre Dame Katedrali! Burası çok yakın bir tarihe kadar mimari detaylarda kaybolmayı sevenler için Paris’te verilecek ilk öneriydi aslında. Fransız gotik stilinin eşsiz örneği olan Notre Dame Katedrali, yapımının büyük kısmı 14. yüzyılda tamamlansa da Fransız Devrimi esnasında zarar gördüğü için 19. yüzyılın başlarında ancak açılabilmiş. Aslında ben, Seine Nehri yanındaki katedrali Victor Hugo’nun eseri Notre Dame’in Kamburu Quasimodo ile dünyanın her yerinde kapalı gişe oynayan Notre Dame de Paris müzikalinden hatırlıyorum. Çocukluk yıllarıma denk gelen Esmeralda çizgi filminin bu sempatik karakteri ve onun Esmeralda’ya olan aşkı aklıma kazınmış adeta.

Ancak maalesef Notre Dame Katedrali 15 Nisan 2019’da çıkan yangından sonra ziyarete kapandı. Katedral hala yaralarını sarmaya çalışıyor; tahminim oldukça da uzun süreceği yönünde.

Katedralin yer aldığı Cite Adası, Paris’te en sevdiğim bölgelerden biri oldu. Adanın bitimindeki Saint Louis Bölgesi’nde yer alan Saint Michel semti ise görkemli ve rahat sokakları, huzurlu kafeleri ile mutlaka dolaşılması gereken yerlerden biri.

Katedrali dışardan izledikten sonra Saint Michel’e geçerek, pek sevdiğimiz Before Sunset ile Midnight in Paris filmlerinin de çekildiği Shakespeare & Company‘e geldik. Sadece kapısında biraz zaman geçirmek bile yetti diyebilirim. Bir karaktere sahip mekanlara olan sevgimiz Shakespeare & Co.’da da kendini gösterdi. Bu kitabevine mutlaka uğramanızı tavsiye ederim.

Shakespeare and Company
Shakespeare and Company | Fotoğraf: Instagram / urban_wanders

Sahne sırası geldi şehrin bir diğer sembolü olan Eiffel Kulesi’ne. 1889’da yapımı tamamlandığında 320 metrelik uzunluğu ile dünyanın en uzun binasıymış Eiffel Kulesi. O zamandan beri Paris’in sembolü haline gelmiş. Toplam üç katı olan kulenin en tepesinden, havanın açık olduğu güne denk geldiğimiz için, tüm Paris’i, hatta Paris’in banliyölerini bile görebildik. Unutmadan; en tepeye (Summit) saat 17:00’ye kadar çıkılabildiğini söyleyeyim.

Ertesi sabah evden çıkıp nerede kahvaltı yapsak diye düşünürken Latin Quarter yakınlarında Paul’e rastladık. Paul’ün birçok şubesi var ve sabahları kahvaltı yapmak için çok iyi bir tercih; kruvasanları, ekmekleri, sandviçleri, kısacası her şeyi çok lezzetli.

Kahvaltıdan sonra dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Louvre Müzesi’ne gittik. Müzeyi detaylıca gezmek, incelemek çok rahat 3 gün sürer diye tahmin ediyorum. Müzeye yürüyerek gitmeyecekseniz metro aracılığıyla Palais Royal Musee de Louvre durağında inerek kolaylıkla ulaşabilirsiniz.

Musee de Louvre
Musee de Louvre | Fotoğraf: Unsplah / Alex Holyoake

Bu konuda benim gibi tutkulu ve meraklı hissetmiyorsanız, Mona Lisa’yı görmek isteseniz bile kuyruk size fazla gelebilir ve müzeyi gezmek yerine bizim gibi sokakların tadını çıkarmayı tercih edebilirsiniz.

Müzenin görkemli bahçesinden sonra dünyanın en ünlü caddelerinden Champs Elysees’ye gittik. Bağdat Caddesi’nin üç katı genişliğinde, karşıdan karşıya geçmenin üç dakika sürdüğü caddenin bir ucu Arc de Triomphe’a, diğer ucu ise Concorde Meydanı’na uzanıyor. Ben fazla turistik ve kalabalık buldum; o yüzden de pek sevmedim. Yıldız biçiminde, birçok caddenin birleştiği bir meydan olan l’Étoile’de yer alan Arc de Triomphe ise I. Napolyon’un zafer anıtı olarak biliniyor.

Son gün rotamız ise Sacre Coeur oluyor. Ama öncesinde kahvaltı için Rue Bernard Palissy’deki Eggs & Co.’yu tercih ediyoruz; muhteşem! Tabaklar oldukça leziz ve doyurucu. Küçük bir mekan olduğu için sabah kahvaltısı saatlerinde dolup taşıyor adeta. Biraz sıra beklemeyi göze alırsanız mutlaka Egss & Co’ya gitmelisiniz; asla pişman olmazsınız, benden söylemesi.

Sacre Coeur
Sacre Coeur | Fotoğraf: Unsplah / DAVID TAPIA SAN MARTIN

Montmartre tepesine kurulmuş olan Roma-Bizans dönemi kilisesi olan Sacre Coeur, Kutsal Yürek, konumu itibariyle Paris’i adeta kanatları altına alıyor. Kilise, 1870’te Prusyalıların Paris’i ele geçirmeleri ve iç savaşın başkenti kana bulamasının ardından İsa’nın kutsal kalbi anısına yaptırılmış. Burayı Amelie’den de hatırlayacaksınız. Notre Dame ve benzeri birçok bilinen kilisenin aksine hiç de kasvetli ve ürkütücü değil. Hem kilisenin güzelliğine hem de tepeden Paris manzarasına bakmaya doyamazsınız. Merdivenlerde oturup sokak sanatçılarının performanslarını dinleyebilirsiniz.

Paris ile ilgili verebileceğim kısa kısa tavsiyeler şöyle: Sokaklarda kaybolun. Çünkü her yer, her sokak, her apartman çok güzel. Bir karakteri, bir ruhu olduğuna yemin edebileceğim kadar güzel… Akşam yemekleri için bir klasik olan Relais de l’Entrecôte Saint-Germain ve Rue Mabillon’deki Marcello tercih edebilirsiniz. Biz bu restoranlarda çok lezzetli yemekler yedik; kesinlikle tavsiye ederim.Yazdıkça daha çok özledim. Seviyorum galiba, gidip konuşayım bence…

Kapak fotoğrafı: Unsplash / Pedro Lastra

İlginizi çekebilir: Lütfiye Öktürk’ten Le Marais Gezilecek Yerler