Hangimiz zorlu geçen bir günün ardından köşemize çekilip hayallerimizin yumuşak kollarına kendimizi bırakmamışızdır ki? İstediğimiz insanlarla döşediğimiz, istediğimiz şeyleri söylediğimiz ve her zaman beklediğimiz cevaplarla karşılaştığımız daha cesur, daha mutlu olduğumuz, hayal kırıklıklarının ve pişmanlıkların olmadığı bir dünya kurmuşuzdur kendimize. Bu kendimizce güvenli limanımıza belki de sonsuza kadar sığınmak istemişizdir. 

Dostoyevski‘nin bu kitabını ilk defa duymuştum ve duyar duymaz bu kitabın bende bir şeyler değiştireceğini hissetmiştim! O yüzden okumakta gecikmedim ve tabii ki bitirmekte de. 

‘Beyaz Geceler’ adını hikayenin geçtiği St. Petersburg kentinin meşhur, iki ay boyunca süren beyaz gecelerinden alıyor. Sadece 01.30 -02.30 arasında hafif karanlık olan bu günlerin birinde başlıyor hikayemiz. Kahramanımız 20 yaşlarında genç bir adam, tam bir hayalperest, hatta kendi hayallerinin içinde o kadar boğulmuş ki gerçek hayatın zevklerini kaçıran biri haline gelmiş. Duygularını sadece hayallerinde yaşayan birini düşünün, duyguları sadece soluk bir duman gibi üstüne sinmiş. Bu hayalperest kahramanımız beyaz gecelerin birinde bir kızla -Nastenka- karşılaşıyor ve soluk dumanından kurtuluyor. Gerçek duygularla karşılaşıyor ve gecesi aydınlanıyor! Hayal dünyasından kurtulup sonunda gerçek hayatta aşkı, mutluluğu bulabileceğine inanıyor. Nastenka ise hayalperest kahramanımız gibi yalnız kalmış biri ama hayalleri yüzünden değil, gerçek hayat yüzünden. Sonları aynı olan fakat farklı nedenlerle orada olan iki insanın karşılaşması üzerine kurulu bu hikaye. Tam dört gün boyunca hayalperestimiz ve Nastenka arasında geçenlere tanık oluyoruz. İkisinin de hayatlarının zorluklarını onlarla beraber yaşıyoruz.

Kitabın isminin neden Beyaz Geceler olduğunu anlamak zor değil. Hayalperest kahramanımızın yıllarca kurduğu hayallerde yaşaması onun karanlığını simgelerken aydınlığı da Natenska’ya duyduğu aşkın, gerçek hayatın bir simgesi oluyor. Dostoyevski, insan psikolojisini anlatmakta oldukça başarılı olduğu için hikayeyi okurken her iki kahramanın da duygularını sonuna kadar onlarla birlikte hissediyorum. Yalnızlığı, hayal kurmaya olan bağımlılığı, çaresizliği, aşkı, ümidi hepsini bu hikayede hakkını vererek yaşıyorum. Beni en çok etkileyen ise, kahramanımızın, yıllarca hayal dünyasında yaşamayı gerçek hayata tercih etmiş olan bu genç adamın dört gün gerçek hayatı yaşaması üzerine yaşam tarzını sorguladığı kısım oluyor.

Kitabı bir de yirmi sene sonra tekrar okumak istediğimi fark ediyorum, çünkü bu kitabın hayatımızın belli dönemlerinde bize farklı yollar göstereceğine inanıyorum. Yazımı kitaptan birkaç alıntıyla sonlandırmak isterim:

“Sevmek, güzel birine aşık olmak değil, o kişide bilmediğin bir zamanın, beklenmedik bir anında kendini bulmaktır.”

“Biliniz ki, yanlış insana karşı duyulan sevgi çabuk unutulur.”

“İnanır mısınız, tek bir kadın olmadı, tek bir ahbabım yok. Ve bütün yaptığım, her gün, sonunda bir gün biriyle karşılaşacağımı hayal edip durmak.”

                             Kapak fotoğrafı: Instagram /@mesutozcelik

İlginizi çekebilir: Fatima Refiğ’den 19. Yüzyıl Rus Edebiyat Klasikleri