Evlilik, daha doğrusu bugün bildiğimiz anlamda aşk evliliği veya çiftlerin kendi rızaları ve istekleri ile evlenmeleri modern bir kavram. Modernite öncesi evlilikler, özellikle de elitler ve aristokrasi arasında, mülk transferi, servetin korunması ve politika amaçlarıyla yapılırdı. Arada elbette aşk evlilikleri veya her iki tarafından da karşılıklı rızasıyla yapılan evlilikler de yok değildi ama asıl olarak evlilik bir ticari, finansal ve politik antlaşmaydı. Kültüre göre adı ve şekli değişen başlık parası, drahoma veya çeyiz (eski kullanıldığı anlamıyla) bu anlayışın bir sonucuydu. Feodal dönemden, Ortaçağ’dan kalan bu evlilik mirasının izlerini özellikle batı dışı toplumlarda, ağırlıklı olarak da hala geleneğin toplumsal yaşamı şekillendiren temel norm olduğu bölgelerde görmek olası. Sayıları geçmiş yıllara göre azalsa da günümüz Türkiye’sinde bu tür evliliklerin örneklerini sık sık görüyoruz.

Bir Evlilik Söyleminden Parçalar
Bir Evlilik Söyleminden Parçalar | Fotoğraf: unsplash.com/@ryoji__iwata

15 Haziran 2023… Aslı ile evlenmemizin üzerinden tam 11 sene geçmiş. Ben evlenene kadar öyle uzun ve derin ilişkilerin adamı olamadım. Hatta aşık olmaktan daima kaçtım. Tanpınar’ın “(…)Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde. Fakat daima ödersiniz. Hiçbir şey olmasa, bir şekilde, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz…”sözleri tam da beni tanımlıyordu. Başkasının benim hayatıma girmesi fikri ne kadar korkunçsa başkalarının hayatına girmek de o derece korkunçtu. Bu nedenle de ilişkilerim uzanmasına, benim tabirimle kurumsallaşmasına tahammül yoktu. O kadar çok korkuyordum ki derin bir ilişkiye girmekten, bir iki ay sonunda bir bahane bulup kaçıyordum.

Hayatta en iyi yaptığım şeylerden biriydi bir ilişkiyi uzamadan bitirmek. Öte yandan aşktan sürekli kaçmak Marcel Proust’un Kayıp Zaman’nın İzinde’ külliyatının belki de en popüler romanı olan Swan’in Bir Aşkı’nda kapanış cümlesi olarak sarfettiği “Hayatımın onca yılını hasrettiğim, uğruna ölmek istediğim, en büyük aşkımı yaşadığım kadın, aslında hoşuma gitmeyen, tipim bile olmayan bir kadınmış meğer” sözlerini durmadan, kendinizden nefret edercesine tekrarlamayacağınız anlamına gelmiyor. Öte yandan sonrasındaki arınma ve normale dönme süreci da aynı romanda yer alan Proust’un şu ifadesiyle hayat bulabiliyor: “Siz bir kadından dolayı acı çektiniz ve şimdi de her kadını öyle sanıyorsunuz. O kadın sizi kesinlikle anlamamış olmalı.”

Benim kişisel serüvenimde de öyle oldu ve yaklaşık beş sene sonra beni anlayan bir kadınla, Aslı’yla tanıştım ve halk arasındaki tabirle birbirimizi çok sevdik ve tanıştıktan dört sene sonra nişanlandık; bir sene nişanlı kaldıktan sonra da 15 Haziran 2012’de evlendik. Bizimki bir aşk evliliğiydi ama sonrasında hemen her evlilik gibi hem evlilik müessesesinin evrensel ve yerel prensipleri hem de kendine özgü dinamiklerin şekillendirdiği bir şekilde bugünlere geldi. Biz evlendikten beş sene sonra da 2017 yılında oğlumuz Kerem doğdu.

Bir Evlilik Söyleminden Parçalar | Fotoğraf: unsplash.com/@blnk_kanvas

Ben sadece Türkiye değil dünya standartları göz önüne alındığında da çok geç evlendim. Standart olarak dünyada evlilik yaşı kadınlarda 24, erkeklerde 27. Türkiye’de ise bu rakam kadınlarda 25,6, erkeklerde ise 28,2. Ben evlendiğimde 37 yaşımı 3 ay 11 gün geçmiştim. Aslı da bir kadına göre geç evlenmişti: 31 yaşını 4 gün geçmişti. (Evet biz evlilik yıldönümümüzü ve Aslı’nın yaş gününü arka arkaya kutluyoruz ve ben ayrı ayrı kutlayıp her bir gün için ayrı hediye alıyorum) Dünyada ortalama evlilik yaşı en yüksek ülke olan İsveç (34,8) ortalamasını bile neredeyse üç yıl geçmişim. Bunda elbet temel bir neden var: Ben evliliğe karşıydım ki prensip, teorik ve kategorik olarak bugün de karşıyım. Pratikte ise her evliliğe ayrı bir vaka olarak tek tek bakılması gerektiğini düşünüyorum. Evliliğin insan doğasına aykırı olduğuna inanıyorum. Pek çok toplumsal kurum ve norm gibi insanlara dayatılan ve onların da bir şekilde kaçamadığı, kendilerini içine girmeye şartlandırdıkları bir olgu olduğu gerçeğini yadsıyamıyorum.

Evlilik, daha doğrusu bugün bildiğimiz anlamda aşk evliliği veya çiftlerin kendi   rızaları ve istekleri ile evlenmeleri modern bir kavram. Modernite öncesi evlilikler, özellikle de elitler ve aristokrasi arasında, mülk transferi, servetin korunması ve politika amaçlarıyla yapılırdı. Arada elbette aşk evlilikleri veya her iki tarafından da karşılıklı rızasıyla yapılan evlilikler de yok değildi ama asıl olarak evlilik bir ticari, finansal ve politik antlaşmaydı. Kültüre göre adı ve şekli değişen başlık parası, drahoma veya çeyiz (eski kullanıldığı anlamıyla) bu anlayışın bir sonucuydu. Feodal dönemden, Ortaçağ’dan kalan bu evlilik mirasının izlerini özellikle batı dışı toplumlarda, ağırlıklı olarak da hala geleneğin toplumsal yaşamı şekillendiren temel norm olduğu bölgelerde görmek olası. Sayıları geçmiş yıllara göre azalsa da günümüz Türkiye’sinde bu tür evliliklerin örneklerini sık sık görüyoruz.

Bu noktada kısa bir tarihsel ve hukuki açıklamayla konuya da açıklık getirmek gerekiyor. 1960’larla beraber toplumlarda meydana gelen özgürlük hareketleri geleneksel kurum ve normları ortadan kaldırmak veya değiştirip/dönüştürmeyi hedeflemişti. Geleneksel kurumların en başında gelen evlilik de elbette bu süreçten nasibini almış ve evlilik dışı birliktelik, hatta çocuk sahibi olmak gibi yeni durumlar ortaya çıkmıştı. Gelişmiş batı toplumlarından benzer durumların artması sonucu evlilik dışı birlikteliğe yönelik hukuki çözümler aranmış ve ilk olarak Danimarka 1989 yılında kayıtlı birlikteliği tanıyan yasal bir düzenleme yapmıştır. Danimarka’yı, sırasıyla Norveç, İsveç, İzlanda ve Hollanda takip etmiştir. Günümüzde Avrupa Birliği için de evlilik dışı ama kayıtlı birliktelik resmi bir hale gelmiştir. Aynı cinsler arasındaki evlilik ise 2001 yılında Hollanda’da resmiyet kazanmıştır. Bugün dünya üzerinde 18 tanesi AB üyesi olmak üzere yaklaşık 30 ülkede aynı-cinsler arasında evlilikler yasaldır.

Fotoğraf: unsplash.com/@csiallagan

Türkiye’deki duruma gelirsek; hukuki bir ifadeyle ‘Türkiye’de kanun yapıcılar evlilik dışı birliktelikler ve onları sahip olduğu ailevi işlevleri benimsemeyi tercih etmemektedirler.’ Son dönemde ‘ailenin korunması’ başlığıyla başlayan tartışmalar da bu konunun daha uzun süre gündemimizde olmayacağını; hatta mevcut bazı liberal uygulamalardan da vazgeçilebileceğini ortaya koymaktadır. Son dönemde pratikte evlilik dışı birlikte yaşayan çift sayısında da belirgin bir artış olduğunu söylemek mümkünse de TUIK 2021 verileri gösteriyor ki Türk Toplumu hala geleneksel olarak evleniyor ve geleneksel normlar hala geçerliliğini koruyor. Örneğin toplam evliliklerin %57’si görücü usulüyle gerçekleşmiş. Bu oran içindeki %10,7’de bireyin kararı sorulmadan aile kararıyla evlilik gerçekleşmiş. Evliliklerin %2,7’sinde ise evlendirme bireyin ve ailenin rızası dışında gerçekleştirilmiş.

2022 tarihli bir gençlik araştırmasına göre 14-29 yaş arasındaki gençlerin neredeyse %70’inin evliliğe sıcak bakıyor. Demek ki evlilik hala popüler. Niçin evleniyoruz? Araştırmalar ‘hayatı paylaşma’, ‘mutlu bir beraberlik yaşama’ ve ‘çocuk sahibi olma’ diyor ama bence insanlar açıklamaya çekinse bile ‘toplumsal baskı ‘hala en önemli ve etkili nedenler arasında. Bunun dışında bir dizi neden daha sayabiliriz ki o nedenlerin büyük bölümü de doğrudan veya dolaylı yoldan sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapıdan kaynaklanmakta. Öte yandan toplumsal baskı görece azaldıkça ve evlenmenin mali boyutu büyüdükçe, eskilerin tabiriyle izdivaç müessesesi de olumsuz etkileniyor. 2001-2021 yılları arasındaki araştırmalar gösteriyor ki Türk Toplumu’nda evlilik oranı %20 düşerken boşanma oranı %47 artmış. Evlenme yaşı yükselmiş. 2022 yılı verileri de benzer bir eğilimin devam ettiğini gösteriyor.

Diyelim şanslı %35 içindesiniz, yani evliliği kendi kararınız ve ailenizin rızasıyla yapıyorsunuz. Sizi tebrik ediyoruz; bir yuva kurmanın ilk aşamasını geçtiniz. Şimdi sıra geleneksel ritüellerde. Yine TUİK 2021 verileri diyor ki evliliklerde %85 ve üzerinde hala ‘kız isteme’, ‘nişan’ ve ‘düğün’ gibi geleneksel uygulamalar gerçekleştiriliyor. Eh o zaman evleniyorsunuz, artık helal edeceksiniz, hamama giren terler ki %9 gerçekten terliyor, keza gelin/düğün hamamı denilen geleneğini de uyguluyor evlenmeden önce.

Fotoğraf: unsplash.com/@wischn

Her şeyi yerine getirdiğiniz ve sonunda başgöz olduğunuz. Zaten işaretlerini hissetmiş olmasınız öncesinde: Evlendiğinizde evlendiğiniz kişiyle değil onun ailesiyle de evleniyorsunuz. Evlilik kendi aileniz ve çok yakın akrabalardan başka yeni bir aile ile ‘akraba’ olmanız zorunluluğunu getiriyor. Ondan sonrası ise artık biraz talihinize biraz size biraz da evlendiğiniz kişiye kalmış oluyor. Elbette arada istisnalar olabilir ama bu yeni akrabalık, özellikle de evlendiğiniz kişinin annesi ile ilişkiler tam anlamıyla diplomatik ve politik bir süreç haline geliyor. Hele de Türkiye’de, akrabalık ilişkilerinin genel anlamıyla girift; sürekli ve bilerek/isteyerek içine düşülen yanlış anlaşılmalarla dolu; abartılı ve tahammülsüz hassasiyetlere açık yapısı düşünüldüğünde insan niçin evlenir diye kendimize sormamız gerekir.

Tanpınar’ın sözleriyle “bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz” diyen ve birine bağlanmaktan ölümüne korkan, evliliğe karşı olan ben niçin evlendim? Aslı’yı seviyordum, ilişkimiz de iyi gidiyordu ama beni evlenmeye hiç zorlamadı. Aramızdaki ilişki gittiği yere kadar giderdi; bittiği yerde de ayrılırdık. Türkçede bir laf vardır ya “bekarlık sultanlıktır”. Ben de itiraf edeyim kendi küçük sultanlığımın sultanıydım. Evlenmemem konusunda da ailemden bir baskı yoktu.

İşte yaşamın mucizesi burada devreye giriyor: Birine aşık olmanın, onu çok sevmenin ötesinde, onunla  ‘sublime’; Türkçesiyle ulvi, yüce bir bağ kurmak… Bence evliliğe giden yol bu bağın kurulmasıyla başlıyor. İskoç şair-yazar George McDonald “güvenilmek sevilmekten daha büyük bir iltifattır” der. Bu ‘ulvi’ bağı kurmak da yeterli değil. McDonald’ın sözüne referansla bu bağın kurulmasından sonra bir evliliğe atılan ikinci adım da güven ilişkisinin kurulması.

Fotoğraf: unsplash.com/@oscartothekeys

Aşk bir tür görme bozukluğudur. ‘Aşkın gözü kördür’ atasözü tamamen bir gerçekliğe işaret eder. Aşıkken gerçekleri göremezsiniz; rasyonel düşünemezsiniz. Aşkın, tutkunun ister istemez bir süre sonra etkisi azalır ateşi sönümlenir. Hayat boyu süren ulvi-efsanevi aşklar kusura bakmayın ama mitolojilerde, edebiyatta ve folklorde görülür. Elbette istisnalar vardır ama bir evliliği başlatan ve başarıya ulaştıran öğelerin başında aşk değil McDonald’ın sözünü ettiği güven gelmelidir. Üstelik bu güven anlık değil bir yaşam boyu sürecek bir güvendir. Ne diyorlar: ‘hastalıkta sağlıkta; zenginlikte yoksullukta’.. Hasta ve yoksul düştüğünüzde sizin yanınızda olacağına güvenemeyeceğiniz biriyle kesinlikle evlenilmez. Aynı şekilde biri hasta ve yoksul düştüğünde sonuna kadar onun yanında olacağınıza dair kendinizden emin değilseniz, kendinize bu konuda güvenemiyorsanız evlenmeyin. Karısı veya kocası hastalandığı veya bir kaza sonucu engelli durumuna düştüğü için onu terk ettiği vakalara rastladım. Buradan da o insanlara nefretimi sunuyorum.

İstatistiklerin de gösterdiği gibi maalesef yakın çevremde boşanan çiftlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. En yakın arkadaşlarım arasında boşananlar evliliklerini sürdürenlerle neredeyse eşit. Geçenlerde bir yerde duydum. Biri “boşanmayı bu kadar da abartmayın” diyordu.  Boşanma süreçlerinde, ki böyle durumlara çok üzülerek en yakından tanıklık etmek zorunda kaldım, insanların içine adeta şeytan giriyor; boşanma süreci bir nevi Exorcism’e (şeytan çıkarma) dönüşüyor. Hele de çiftlerin çocukları varsa; mal paylaşımı ve finansal konular da devreye giriyorsa, maalesef yine yakından tanıklık etmek zorunda kaldığım üzere, bazı durumlarda insanın açgözlülüğü karşısında utanmaktan yoruluyorsunuz. Boşanma süreci, çiftleri ve sadece onları değil yakın aile fertlerini ve dostlarını da tüketen bir felakete dönüşüyor. O yüzden evlenirken evlendiğimiz kişiyle ölüme kadar beraber bir ömür süreceğimizi bilerek evlenmeliyiz. Beraber torunlarınızı göreceğinizi hayal etmeden ve bunun bir tahayyülün ötesinde bir dilek, bir arzu olduğuna kanaat getirilmeden evlenilmez. Tabi her şey insan için. Yaşam da bir gül bahçesi değil. Tolstoy, Anna Karenina‘nın girişinde şöyle der: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer. Her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Bir Evlilik Söyleminden Parçalar | Fotoğraf: unsplash.com/@finleydesign

Mutsuz bir ailenin kendine özgü o mutsuzluğunu ortadan kaldıramıyorsanız, hele de çocuklar varsa ‘Ölüsü olan bir gün, delisi olan her gün ağlar’ sözünü dikkate alarak o mutsuzluğa son vermek yapılacak en doğru iştir. Pedagojik açıdan da çocukların mutsuz, sürekli tartışma ve kavga edilen bir ortamda büyümesindense ayrılmış ana-baba ile yaşama devam etmeleri daha doğru kabul edilmektedir.

11 yıl boyunca elbette pek çok kavga ettik. Aslı’ya sorsanız benim koleksiyonlarımdan, dinlediğim depresif müziklerden bazen içime kapanmamdan; iletişim kurmayı minimum seviyeye indirmemden ve onu yeterince anlamamamdan şikayetçidir ki ben de ona her zaman Atilla İlhan ile cevap veririm: “Olmayacak şey bir insanın insanı anlaması.

Elbette bu kadar uzun süren bir ilişki ve evlilik Elias Canetti’nin “(…) bazı şeyleri her gün o kadar görmektir ki, sonunda görmemektir” olarak tanımladığı bir körleşmeye yol açar ki o da evliliği ister istemez monotonluğa götürür. Peki bu süreçte evliliği yürüten nedir?

Bir Evlilik Söyleminden Parçalar | Fotoğraf: Molossi Design

İlk günkü gibi devam eden güven, birbirine  her alanda gösterilen saygı ve aşktan daha farklı bir tür sevgiye, bağlılığa ve çocuk olduktan sonra da duygusal-finansal bir dayanışmaya dönüşen duygudaşlık, beraber yaşama ve yaşlanma arzusu, niyeti ve en önemlisi iradesi… Ve bence her şeyin ötesinde, 11 senelik bir evliliğin sonunda vardığım nokta: Şu ana kadar hiçbir gün, ne işten ne de bir seyahatten ne de başka bir yerden eve dönerken ayaklarım geri geri gitmedi. Evlendiğimizden bu yana her gün benzer bir mutlulukla eve gittim. Gün içinde ne olursa olsun eve gidiyor olmanın mutluluğunu hiçbir şey gölgeleyemedi. Şimdi ben evden çalışıyorum; Aslı ise ofisten eve geliyor. Ancak o akşamları eve geldiğinde günümün gerçek anlamda tamamlandığını hissediyorum.

Son olarak İngilizcedeki tabirle bir ‘family person’ yani ‘aile insanı’ olmak… Kendi mutluluğunu ailenin mutluğunda bulmak; aileyi yaşamının odak noktası yapmak; aile ve varsa çocuklar ile kaliteli ve bol vakit geçirmek ama bunları yaparken de kendi özel alanını, kişiliğini ve benliğini; bir birey olarak varoluşunu korumak ve aynı şeyi karşı tarafında da yani eşinin yapabilmesi için onun da ayrı bir birey olarak varoluşuna saygı duymak, ona kendi varoluşunu gerçekleştirilebilmesi için alan bırakmak ve onu bu yolda desteklemek.

Kapak Fotoğrafı: Bülent Tunga Yılmaz

İlginizi çekebilir: Hatun Vera Altunöz’den Büyük Filozoflarla Aşk Üzerine