1965 yapımı olan Le Bonheur, Fransız sinemasının ustalarından Varda’nın ilk renkli filmi. Sinemasının renklerle ne derece iyi anlaşacağının habercisi olan, renk paleti ve kullanımı ile gözlerimizi okşayan, eleştirel, seyri kolay ve orijinal bir eser. Bir çekirdek aile ile açıyor hikayesini, 77 dakikalık süresini oldukça verimli kullanıyor. Adam ve kadın arasındaki aşk dolu ilişkiyi ve bunların minnoş meyvelerini görünce diyoruz ki, pastoral bir aile mutluluğu izleyeceğiz. Ama adam kırsaldaki hayatından, bir manada kabuğundan çıkıyor ve şehirde bir posta ofisine işi düşüyor. Bu posta ofisinde de genç bir kadın var, hikaye burada başlıyor… İzlemek isteyenler için Agnes Varda seçkisinin adresi Mubi Türkiye.

La Bonheur
La Bonheur | Fotoğraf: The Criterion Collection

François’in nasıl bir adam olduğuna dair çok fazla tespit yapma şansımız olmuyor filmin başında. Karısını sevdiğini, çocuklarıyla ilgilendiğini, marangozluktan anladığını, güler yüzlü bir doğa aşığı olduğunu görüyoruz. Kendisi ile ilgili bir falso tespit edemediğimiz gibi, karısının da adeta cennetten düşmüş naif bir melek olarak tasvir edilmesinden iyice kıllanıyoruz, bu filmin çatışması nereden kaynaklanacak diye huzursuzlanıyoruz. Ve François bizi hiç bekletmiyor, posta ofisinde tanıştığı genç sarışın memura abayı yakıyor. Memur da, adamın evli olduğunu bildiği halde ona karşı koyamıyor ve son derece mutlu bir aile hayatı olan François yeni heyecanlara yelken açıyor.

Agnes Varda’nın günümüzde hala geçerli sayılabilecek eleştirileri ve tespitleri, filmin içine itinayla gömülmüş. Bu tespitler kolaya kaçılarak oyunculara telaffuz ettirilmemiş, senaryonun içine farklı yöntemlerle işlenmiş. Mutluluğa dair çok net bir tablo ortaya koyuyor film ilk başta. Bu kadar mutlu olan bir adam, neden ve hangi dürtülerle başka ilişki arayışına girer. Bunun arayış değil de muhteşem bir tesadüf olduğunu düşünen François, gerçekten saf mıdır, yoksa ağzı iyi laf yapan ve yediği haltları örtbas etmek için her taklayı atabilecek bir sansar mıdır…

La Bonheur
La Bonheur | Fotoğraf: The Criterion Collection

Editör Notu: Yazının bu noktadan sonrası spoiler içermektedir.

François karakterine odaklandıkça karısından daha da uzaklaşıyoruz. Bu aşk üçgeninde bir orada bir burada değiliz, hep François’in bakış açısındayız. Bunun izleyiciye yaşattığı ekstrem bir huzursuzluk var. Karısına bu metres hikayesini allayıp pullayarak anlattıktan sonra ayı gibi devrilip uyuması ve akabinde yaşanan büyük trajedi… Bu ölümden kendini sorumlu tutup bambaşka bir insan olacak sandıysanız yanıldınız tabii ki. Bir de utanmadan çocuklarının anası yaptı memur kızı. Benim sinirlerimi şu kısacık sürede zıp zıp zıplatmayı başaran bu adamın gelecekte memur kıza da benzer senaryoları yaşatacağına dair analiz yapılabilir diye düşünüyorum. Bu kısır döngünün kaybedenleri, maalesef François dışında denklemdeki herkes.

Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.

Kapak Fotoğrafı: Metro Cinema

İlginizi çekebilir: İrem Daştan’dan Les Plages d’Agnès