Sezon bitmeden Moda Sahnesi’nde yakalamış olmaktan büyük mutluluk duyduğum bir oyun ‘Suzy Storck’. Üç çocuğu ve kocası ile ‘sıradan’ bir hayat yaşadığı düşünülen Suzy’nin, çok sıcak bir yaz akşamında, adeta bir makina gibi işlemesini sağladığı evinde, bu makinanın dişlileri arasında nasıl sıkıştığına tanık olduğumuz, müthiş bir metin ve akıllardan çıkmayacak bir performans… Oyunu izleyeli haftalar geçti, Luxembourg’taki evimdeyim Suzy’nin uzun uzun baktığı tarlaya benzer bir bahçeye bakan terasımızda, Endonezyalı komşumuzun çocukları ve ev işleri ile gün boyu verdiği mücadelenin sesleri arasında Reyhan’ı hatırlıyorum. Başrolünü üstlendiği Suzy Storck’ta, sahnede milletler ve diller üstü bir karaktere bürünmekteki başarısını bir kez daha alkışlıyor ve bu röportajı yapmaya karar veriyorum. Keyifle okumanızı ve Reyhan Özdilek’i sahnede izleme şansı yakalamanızı dilerim…

suzy2
Suzy Storck Oyunundan | Fotoğraf Kaynağı: Orçun Kaya

Suzy Storck’un hem başrol oyuncusu hem de çevirmenisin. Bu oyunu çevirmek üzere özel olarak sen mi seçtin? Hem çeviri hem de oyunculuk süreci nasıl gelişti?

Ben aslında Suzy Storck’un yazarı Magali Mougel’i, yazdığı Les Guerrières Ordinaires isimli başka bir oyunuyla keşfettim. Pandemi dönemiydi ve bir yandan tiyatrolar dahil her yer, her şey kapalıydı, hatta hepimiz evlere kapalıydık. Oyunlar okuyordum gün gelip pandemi bittiğinde bir şekilde ortaya çıkarabilmek düşüncesiyle. Bahsettiğim bu oyunu çok beğenmiştim ve Fransızca’dan Türkçe’ye çevirmeye karar vermiştim. Tam da o günlerde Galata Perform’dan Ferdi Çetin aradı ve her yıl gerçekleştirdikleri ve benim de daha önce birçok oyun çevirerek içinde yer aldığım Yeni Metin Yeni Tiyatro etkinliği kapsamında, Magali Mougel’in Suzy Storck adlı oyununu çevirmemi istediklerini söyledi. Çok büyük bir keyifle metni çevirdim. Suzy Storck ilk olarak bu etkinlik kapsamında Fehmi Karaarslan’ın yönetmenliği ile dijital bir oyun okuması performansı olarak ortaya çıktı. Daha önceki çevirilerimi de okumuş olan Kemal Aydoğan bu metni de okuyup çok beğendiğini belirtmişti.

Daha sonra bu oyunu Moda Sahnesi’nde sahnelemeye karar verdiğini ve benimle oyuncu olarak da çalışmak istediğini söyledi. Kadroyu zaten belirlemişti konuştuğumuzda: Oyuncular, ben, Aybanu Aykut, Mert Şişmanlar, Çağlar Yalçınkaya, ışık tasarımı İrfan Varlı, dekor ve kostüm tasarımı Cansu Aslan, afiş tasarımı Bengi Günay, müzik Dengin Ceyhan, asistan Sinem Kurt, ışık ve ses uygulama Halil Sarıbaş bir araya gelerek, çok keyifli bir prova süreci sonunda Suzy Strock’un sahnede seyirci ile buluşmasını sağladık. Metni çok büyük bir keyifle çevirdim. Daha önce birçok tiyatro metni çevirmiştim fakat doğrusunu söylemek gerekirse aralarından beni en çok etkileyen, neredeyse kusursuz bulduğum bir metin oldu Suzy Storck. Orijinalindeki şiirsel dokuyu korumaya çalışarak çevirdim metni. Tabii çevirirken onunla bu kadar zaman geçirince, içinde oyuncu olarak yer almak da ayrı güzel oldu, bundan dolayı çok mutluyum.

Fransa ve Türkiye toplumları arasında büyük farklılıklar olduğunu düşünürüz fakat Suzy Storck’un eve, ev işlerine, çocuk bakımına hapsedilmişliği şaşırtıcı şekilde tanıdık. Sen Fransa-Türkiye arasında yaşıyorsun, söz konusu kadınlara biçilen roller olunca her iki ülkede de en çok hangi benzerliklere ve farklılıklara şaşırıyorsun?

Aslına bakarsak Suzy Strock farklı toplumlarda ilk bakışta çok şaşırtıcı gelen fakat hiç de şaşırılmayacak benzerliğe kusursuz bir örnek. İnkar edilemeyecek ve en başta altının çizilmesinin gerekli  olduğunu düşündüğüm ve bu –  benzerlik değil hatta “aynılığın”  – kaynağı, hiç kuşkusuz erkek egemen toplum düzeni. Referansını buradan alan her toplumsal ve hatta ekonomik düzen, Türkiye, Fransa, İsveç veya Kore, fark etmez, her işleyiş biçimi, oyunda da defalarca telaffuz edildiği gibi her “örgütleniş biçimi”, yarattığı etki ve sonuç boyutunda birbiri ile aynı. Dolayısıyla, soruyla ilgili olarak, Fransa ve Türkiye toplumu arasında bu bağlamda hiçbir fark yok. Fransa’da da toplumun, yasaların, ekonominin, kısaca her şeyin örgütleniş biçimi erkek egemen biçimde şekillenmiş durumda.

Elbette farklılıklar var. Türkiye ile aradaki fark, Fransa toplumunun, kendi tarihsel süreçlerine içkin olarak tabii, demokrasi, hak edişler ve benzeri konularda Türkiye toplumuna göre daha bilinçli olması. Fakat tabii, az önce dediğim gibi, bu, bu iki toplumun tarihsel süreçleri ile doğrudan ilişkili ve bu noktada tabii ki ayrışıyoruz. Fakat Fransa’da da toplumsal cinsiyet eşitsizliği göz ardı edilemez bir sorun, iş hayatında kadınlara yönelik ayrımcılık, mobbing, taciz, ev içi fiziksel ve psikolojik şiddet, ataerkil toplumun kadına biçtiği roller üzerinden eş, ebeveyn, patron, arkadaş çevresi baskısı, bunların hepsi hiç azımsanmayacak kadar kendini hissettiriyor. Dolayısıyla, söz konusu erkek egemen toplum olduğunda, çok fazla uzağa gidemiyorsunuz kadın olarak. Suzy Storck bunu çok açık bir biçimde anlatıyor. Fakat buna eklemek istediğim başka bir şey var: Suzy aynı zamanda kapitalist sistemde bir işçi kadın. Toplum ona sadece kadın olarak roller biçmekle kalmıyor, dar gelirli bir aileden gelen ve bambaşka hayalleri varken kendisine işçi olmaktan başka seçenek sunmayan bir toplumsal ve ekonomik düzende yaşıyor. Hatta başka bir hayat hayal etmesi bile engelleniyor bir anlamda. Yani, hepimiz bu düzende yaşıyoruz. Dolayısıyla şunu diyebiliriz, yalnız kadınların değil, işçi sınıfının da sorunları ülke gözetmeksizin aynı kalıyor bu sistemde.

foto-ulas-besoklar-2
Reyhan Özdilek | Fotoğraf Kaynağı: Ulaş Beşoklar

‘Kendini gerçekleştirememiş’, her günü birbirinin aynı, hatta çocuk sahibi olmadan önce çalıştığı çiftlikteki tavuklara benzer bir yaşam süren ‘sıradan’ bir kadın Suzy. Hikayenin pek çok ‘sıradan’ ve pek çok ‘trajik’ yönü var. Sence en trajik an kadının durumuyla yüzleşmesi midir yoksa milyonlarca kadın gibi konumunu hiç fark etmemesi mi? Ben şahsen kararsızım 🙂

Bu çok güzel bir soru 🙂 Şöyle söyleyeyim, oyunu iki sezondur oynuyoruz, artık bu ikinci sezonun da sonuna geldik, ve inan bana her oyunda bambaşka katmanlarını keşfediyoruz metnin ve Suzy’nin hikayesinin. O kadar ustalıkla yazılmış ve hem o kadar aşiyan ve bir o kadar ince şeyler metne o kadar güzel işlenmiş ve gizlenmiş ki… Hayalleri olan ve kendini bir türlü gerçekleştiremeyen ve en sonunda korkunç trajik bir olayla bilinçdışının sistemi artık kilitlemesiyle, “her şey dursun artık” demesiyle biten, belki de oradan başlayan bir hikaye bu.

Oyunun kronolojik olmayan kurgusu da buna çok güzel bir işaret. Suzy bu hikayede aslında ne hayal ettiğini, neyi isteyip neyi istemediğini aslında bize söylüyor. Fakat Suzy’yi duyan yok. Kendisi de diyor, her şey “ona rağmen” gerçekleşiyor. O istememesine rağmen fabrika kapandığı için işsiz kalıyor. O hiç istememesine rağmen bir değil üç çocuk doğuruyor, o işe girip çalışmak istemesine rağmen kocası ve bakmakla yükümlü olduğu söylenen çocukları buna engel oluyor. Bu düzen her zaman ona karşı örgütlenmiş bir şekilde işliyor. Kendisini doğduğu anda bir kadın olarak toplum makinasının işçi sınıfı dişlisine kaptırıp bir daha oradan kurtulamıyor. İşte bu çaresizlik bence en trajik olan.  Bir gün  kocası “o içtiğin şişeyi ben satın aldım” dediği o anda, o güne kadar sesini çıkaramadığı her şey boğazına tıkanıyor ve tıkandığı yerden de patlıyor. Suzy, doğası gereği aslında her şeyin farkındaydı, fakat sistemden çıkamadı. Bir girdaba kapıldı. Hiç fark etmese, bu kadar trajik olmazdı. Fakat “çünkü artık bıktım” diyor. “O kadar yoruldum ki insanların bana bağırmasından”. Bu her şeyi açıklıyor bence. Suzy hep farkındaydı. Çok çırpındı. Suzy’den de öte, bu durumda olan herkes için, durumun farkında olup bu durum karşısında çaresiz kalmak en trajik olan. Farkında olmayıp, ya da bununla yüzleşmeyip buna boyun eğerek yaşayanlar, örnekse, oyunda Suzy’nin sisteme boyun eğmiş ve hatta savunucusu olmuş olan annesi gibiler için durumun trajik olduğunu yine farkında olanlar düşünüyordur tahminimce.

‘Yuvam olan şu savaş meydanını yıkıp geçmek isterdim’ diyor Suzy, ‘zindanımı ateşe vermek’… Adım adım bu noktaya geliyor, desteğe ihtiyaç duyuyor ama umursanmıyor,  bir robotmuşçasına, hiç takdir edilmeden yaşıyor, yaşatıyor, savaş veriyor. Sarsıcı bir yüzleşme… Bu savaş nasıl biter sence? Dahası bu bir savaş olmak zorunda mı (ydı)?

Bence bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz 🙂 Aslında her şey çok açık. Cinsiyet fark etmeksizin, özgürlük, eşitlik ve  insanca bir yaşam için mücadele vermeliyiz, herkesin kendi becerisi dahilinde ve en önemlisi de örgütlenerek.

Galatasaray Lisesi ve Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler mezunusun. Rahatlıkla ‘kurumsal’ bir iş hayatına dahil olabilirdin. Seni o dünyadan iten, Türkiye gibi sanatçının pek de desteklenmediği bir ülkede inatla tiyatroda tutan ne oldu? 

Ah. Ben tiyatroya Galatasaray Lisesi tiyatro kulübünde başladım. 13 yaşımda filandım sanırım. Bir daha da kopamadım. Galatasaray Üniversitesi’nde okurken de hissediyordum bu bölümle ilgili bir iş yapmayacağımı, ya da belki de hayal ediyordum. “Herkes en iyi yapacağı işi yapsın, benim yapmak istediğim başka şeyler var”, diyordum. Lisansım bittikten sonra Sorbonne Nouvelle tiyatro bölümü yüksek lisansına başvurdum, kabul edildim ve Paris’e gittim. Giderken de okulum biter bitmez Türkiye’ye dönmek niyetiyle gitmiştim zaten. Şimdi bana soruyorlar, neden Fransa’da kalmadın diye. İstemedim. Bilmiyorum neden. Sonuçta orada yaşamayı da deneyimledim ve açıkçası o zamanlar orayı buradan daha cazip kılan kuvvetli bir neden de göremedim. Belki yetişme biçimim, belki ait olma hissi, bende bir şeyler varsa bunu önce kendi ülkemle paylaşmalıyım düşüncesi. Fakat o zamanlar bunun bu kadar zor olacağı aklımdan bile geçmemişti. Üzülerek katılıyorum bu söylediklerine, sanatçının pek de desteklenmediği bir Türkiye’de işim çok zor oldu. Çoğu zaman bende olanlara ihtiyacı yok ya da bunların burada bir karşılığı yok gibi davrandı zaten ne yazık ki bu ülke. Ayrıca bu bana özel bir durum da olmadı. Fakat yine de beni buradan kaçıramadı. Sanırım bu hem umudu devam ettirmek hem de inat etmekle oldu. Bugün bu güzel işleri sizlerle paylaşabiliyorsak, birbirine destek olan sanat kurumları ve sanatçılarla güçlerimizi birleştirebildiğimiz için oluyor. Buradan tekrar örgütlenmenin önemini vurgulayabiliriz 🙂 Sanat ve üretim de bir örgütlenme biçimi. Ve beni hala burada tutan ailem, tüm sevdiklerim ve beraber üretebildiğim insanlardır diyebilirim. 

foto-ulas-besoklar
Reyhan Özdilek | Fotoğraf Kaynağı: Ulaş Beşoklar

2014 yılından beri Fransa’da bulunan bir dans tiyatrosu topluluğu Compagnie Kontamine ile çalışıyorsun, iki ülke arasında geçen bir hayatın var. Rahatlıkla Fransa’ya yerleşebilirsin, seni Türkiye’de tutan nedir? 

Compagnie Kontamine benim bir başka hayalimi gerçekleştirdiğim çok sevdiğim bir ekip, ayrıca  dostlarım oldular yıllar içinde. Dans etmeyi çok seviyorum, hareket, bedensel ifade bazen kelimelerin çok daha ötesine gidebiliyor, dil denilen bariyeri ortadan kaldırıyor. İzleyicide yoruma açık bambaşka his ve düşünceler bırakıyor. Bunu çok seviyorum. Compagnie Kontamine ile de neredeyse on yıldır oyunlar çıkarıyoruz ve şimdiye dek Türkiye ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde oyunlarımızı oynadık. 10 Temmuz tarihinde de OFF Avignon’da sahne aldık.  Görünüşe göre, evet, Türkiye’de yaşasam da Fransa’ya çok sık gidip geliyorum, Marsilya özellikle ikinci evim gibi oldu. Dediğin gibi, evet, çok rahatlıkla Fransa’ya yerleşip orada devam edebilirim hem tiyatroya hem de dansa. Fakat buradan gitmeyi o kadar istemiyorum ki…

Başka bir ülkede yaşamayı deneyimlemiş biri olarak, sorunların gittiğiniz yerlerde sadece şekil değiştirdiklerini gördüm. Orayı da değiştirmek istiyorsunuz o zaman. Ben şu an tam da istediğim gibi hem sevdiklerimin bulunduğu yerde yaşayıp hem de başka bir ülkede çalışabiliyorum. Burada kalıp, her şeye rağmen, son yıllarda, özellikle son aylarda siyasi, ekonomik, toplumsal, her anlamda yaşadığımız o kadar sıkıntıya o kadar haksızlığa, adaletsizliğe, yolsuzluğa rağmen, işimi en iyi şekilde yapmaya devam ederek direnmeyi seçiyorum. Çünkü sadece umut etmekle olmaz… Önümüze haksız yere çizilmiş sınırları ittirmek, kaldırmak için kuvvet lazım. Ve az önce de dediğim gibi beni burada tutan şey, ailem, sevdiklerim ve ortak amaçlarla beraber üretebildiğim insanlar. 

dsc_4003
Reyhan Özdilek | Fotoğraf Kaynağı: La compagnie Kontamine

Hayallerini süsleyen rol nedir? Neden? Ve o rolü hangi oyuncularla, yönetmenle hayata geçirmek istersin?

Hayallerimi süsleyen çok fazla rol var tabii ama bunların hepsinden bahsetmem imkansız olur şu an ama şunu söyleyebilirim, her seferinde bir öncekinden farklı olmasını ve kendimi geliştirebilmeyi, daha fazlasını keşfedebilmeyi isterim. Çünkü bir karaktere can vermek, farklı bir hayatı deneyimlemek gibi, sanki bir ömre sığdırılmış birçok hayatı, -belki yaşamak olmasa da- gözlemleyebilmek…  Bu çok heyecan verici bir şey. Tiyatro sahnesinde şu an tam olarak çalışmak istediğim yerdeyim. Kemal Aydoğan ve Moda Sahnesi ekibiyle çalışmak gerçekten çok çok güzel. Sinemadan bahsedecek olursak masalsı filmleri çok seviyorum. Angelopoulos tarzı, Kusturica ya da Jean-Pierre Jeunet. Bu filmlerdeki karakterler beni çok çekiyor.

Ayrıca toplumsal gerçekçi ve politik filmleri de özellikle seviyorum. Bir Ken Loach filminde yer almayı çok isterdim mesela. Dardenne’lerin Deux Jours et Une Nuit filminde Sandra karakterini canlandırmayı çok isterdim örneğin. O kadar çok var ki, hangisini sayayım… Reha Erdem’in ve Zeki Demirkubuz’un filmlerini de çok beğeniyorum. Onlarla da çalışmayı isterdim kesinlikle. Türkiye sinemasının da tiyatrosunun da çok daha iyi yerlere geleceğine inanıyorum fakat şu an bunun önündeki en büyük engel ifade özgürlüğünün olmaması. Sanatta ifade özgürlüğü olmadığında ya da hep bir tehdit altında olunduğunda, ya haksız yaptırımlara maruz kalınıyor – hepimizin şahit olduğu durumlar var buna örnek olarak- ya da otosansür devreye giriyor. Bu şekilde ortaya özgün ve gerçek sanat eserlerinin çıkmasını bekleyemeyiz. Sanat özgür olmalıdır. Aksi düşünülemez. Bir şey başımıza çok fazla geldiğinde artık kanıksarız ya o durumu, bu ülkede bu çok fazla geliyor başımıza ve biz bunu kanıksıyoruz, kabulleniyoruz. Böyle olmamalı. Bu yüzden sözlerimi bunun altını çizerek noktalamak isterim. Çünkü ifade özgürlüğü sadece sanatsal ifade özgürlüğünü değil, elbette toplumun tamamının ifade özgürlüğünü de kapsıyor. Demokrasinin temel ilkelerinden biri bu ve biz kanıksamak yerine el ele mücadele etmeliyiz.

Kapak Fotoğrafı: Orçun Kaya

İlginizi çekebilir: Eda Geven’den Küçükçiftlik Bahçe Tiyatrosu