Bazı okuyucularının sivri diline hayranlık ve korkuyla karışık yaklaştığı magazin köşeleri, arka perdesini baya bir merak ettiğimiz Türkiye’nin ikonları ile gerçekleştirdiği röportajları ve özellikle 2000’ler İstanbulu’nda üzerine çok fazla konuşulan parti hayatı… Şimdi bu yazıya bir ara verip Google’a “Yiğit Karaahmet” yazarsanız; karşınıza çıkacak ilk başlıklardan birinin “Yiğit Karaahmet’in Şahane Hayatı” olacağının haberini size vereyim. Kendisi bu şahane hayatını bugünlerde Bodrum’da devam ettiriyor. Ben de onu seyahatleri ve yepyeni projeleri arasında yakalamayı başarmışken Deniz Ne Kadar Güzel romanı hakkında merak ettiklerimi soruyorum.

Yiğit Karaahmet | Fotoğraf: Ekin Özbiçer

Tam iki sene önce çıkan Deniz Ne Kadar Güzel romanı, kitabı okurken dahi giyimine hayran kaldığım Şener ve bazı bölümleri nefesimi tutarak okumama sebep olan Fehmi’nin kırk yıllık ilişkisini anlatarak başlıyor. Perdeler kapalı olsa da dışarıdan baktığımızda gözümüzü kamaştıracak kadar muhteşem olan bu ilişki, kitabın arkasında da yazdığı gibi yeni komşuları ile tanışmalarının ardından sallanmaya başlıyor. Fakat bu öyle bir görsel şölen ile sallanma ki Yiğit Karaahmet, Deniz Ne Kadar Güzel romanı ile mayıs ayında Cannes Film Festivali’nin Shoot The Book yarışmasına seçilen ilk Türkiyeli yazar oldu. Tabii, söz konusu Yiğit Karaahmet olunca şahane haberler burada da bitmiyor. Roman yakında Soho Press tarafından yayımlanmak üzere Amerika’ya doğru yola çıktı ve beyaz perdeye de uyarlanma sürecinde! O zaman ben sözü heyecanlı “fan girl” kişiliğime ve Yiğit Karaahmet’e bırakıyorum.

Sevgili köyün en güzel kızı Yiğit, hoş geldiniz! İstanbul’u yavaş yavaş geride bırakarak yer yer Bodrum’da bir sayfiyeye çekilmenizi ve bir de geçen zamanı düşünürsek sizce yirmi yıllık yazarlık kariyerinizde bugün bulunduğunuz konuma gelmenizi sağlayan anılarınızdan özellikle öne çıkan bir hatıranız/deneyiminiz var mı?

Merhaba, hoş bulduk. Çok teşekkür ederim. Valla bugünkü konuma gelmemi sağlayan kimisi mantıklı kimisi süper mantıksız elbette yüz binlerce seçimim ve kararım var. Ama bunların arasından birini seçmek şu an için biraz zor. Ancak ileride bir anı kitabı yazarsam bu kararların nereye vardığını ve sonuçlarını görebiliriz sanırım. Ama bir sayfiyeye taşınma kararı özelinde bakarsak eğer, buna İstanbulla kurduğum aşk-nefret ilişkisinin başka bir boyuta evrilmesi ve pandemi sürecini örnek verebilirim. Ben İstanbul’da çok harika zaman geçirdim, İstanbul; kaosuyla, ilişkiler ağıyla, gece hayatıyla  benden benim bile farkında olmadığım birini yarattı. O yüzden şehrin benim hayatımdaki yeri sadece bir mekân ya da ev sahipliğinden başka bir anlama işaret ediyordu. Fakat daha sonra bir tür aşk ilişkisi diyebileceğim bu duygunun değiştiğini hissetmeye başladım. Tüm bu eşsiz şeylerin yerini bir tekrar duygusu almaya başladı ve aslında zorla da olsa bundan sıkıldığımı bir noktada kendime itiraf ettim. Bodrum’a taşınmam çok hızlı gerçekleşti, bir anda karar verdim sayılır ve bir anda kendimi bir köyde buldum. Tam ‘Ben ne yaptım?’ diye sormaya başladığımda ise pandemi oldu. Herkes sayfiyeye taşınmaya karar verdiğinde ben oradaydım. Hayatta ilk kez bir dalgayı baştan yakalamayı başardım. Çünkü genelde bir furya doğar, herkes bir karar verir, uygular ve bunu en son ben fark ederim. Pandemiyi Bodrum’da geçirmek çok iyiydi açıkçası. Sonra zaten İstanbul benim için artık finanse edilmesi imkansız bir hal aldığında artık hayatıma bu şekilde devam etmekten de başka bir seçenek kalmamıştı. 

Son dönemlerde Cannes Film Festivali’nin Shoot The Book bölümüne seçilen ilk Türkiyeli yazar olmanızdan bir Amerikalı şirketin kitabınızı İngilizce’ye çevirecek olmasına kadar sizden muhteşem haberler geliyor! Çok tebrik ederim. Benim için Şener’in romanın bir noktasında homofobik dünyadan aldığı intikamı, siz de bu başarılarınız ile homofobik yayınevlerinden aldınız. Kitabınızın yayımlanmasının ardından yaşadığınız deneyimlerden biraz bahsedebilir misiniz?

Yani artık alçak gönüllü olmaya çalışmayı biraz bırakabildiğim bir noktada olduğum için bu bu bahsettiğiniz gelişmeler, Cannes olsun, Amerika’da Soho Press’ten yayımlanacak olması olsun, kitabın mevcut tüm tanıtım ve dağıtım zorluklarına rağmen kendi çapında geniş bir okur kitlesine ulaşması olsun içten içe bende de kazanılmış bir zafer duygusu hissettirmiyor diyemem. Ben kitabın açıkçası okura neden bu kadar zor ulaştığını bir türlü anlayamamıştım. Mantıklı bir açıklama yapılsa belki anlardım ama bu yapılmadı hiçbir zaman. Son derece ciddiyetsiz tavırlar, öneriler, tekliflerle gelindi. Bir noktasında bu kitaba ben ve benden başka birkaç kişiden başka kimsenin inanmadığı bir dönem oldu. Ve işin kötü tarafı bu benim çok severek yazdığım bir şeye, daha da önemlisi çok severek yaptığım işime karşı içimde bir şüphe uyandırdı. Genelde bir işte pek ısrarcı olmam, olmuyorsa bırakıp başka bir şeye geçerim ama Deniz Ne Kadar Güzel için bunu yapamadım. Çünkü herkesten önce ben çok seviyordum romanı ve iyi de olduğunu düşünüyordum. Sadece kendi kendine, sadece okurlarının sevgisi ve benim çabamla şimdi geldiği bu noktadan o döneme baktığımda haklı olanın kim olduğunu daha net görebiliyorum. Ve o zamanki yorumları, tavırları artık başka bir perspektiften okuyabiliyorum. O zaman amaçlarını tahmin ediyordum şimdi ise eminim. Ve hepsine verecek harika bir cevabım var: Romanım. 

Yiğit Karaahmet | Fotoğraf: Ekin Özbiçer

Daha önce yayımlanan yazılarınızdan oluşan iki kitabınız olsa da en fazla Deniz Ne Kadar Güzel’e karşı bir aidiyet duyduğunuzdan bahsediyorsunuz. Ben kitabı okurken yer yer sizin bir yazar olarak bana yansıyan personanızı sanki satır aralarından duyuyormuş gibi hissettim. Kitabınız da tam bu personadan umacağım şekilde bitti. Hikâyeyi kaleme alırken bir yazar olarak kendinizi nasıl konumlandırdınız?

Deniz Ne Kadar Güzel’i yazmaya karar verdiğimde romanın kalbine 40 yıldır birlikte olan ve birlikte yaşlanan Fehmi ve Şener çiftini oturttum. Roman onlarla açılıyor ve onlarla kapanıyor. Okur, hikâyenin gelişimini, zirve noktalarını, karakterlerin kararlarını, duygu değişimlerini ve olaylara verdikleri tepkileri başından sonuna kadar bu iki ana karakteri takip ederek okuyor. Yani okur bir gizemi çözmeye çalışmıyor aslında başından sonuna kadar kimin neyi yaptığını ya da niçin yaptığını biliyor. Diğer karakterlerin bilmediklerini ya da sonradan keşfedeceklerini de okur ana karakterleri izleyerek oraya geldiği için aslında onlardan da önce biliyor. Okur da kitapta olanların bir şahidi. Bense yazar olarak olayları bir tur rehberi gibi okura anlatan kişiyim aslında. Yani sanki her sahnenin geri planında okur da benimle birlikte orada, ben anlatıyorum ve birlikte izliyoruz yaşananları. Ben yazar olarak tüm kitapta özellikle de ikinci bölümde çok bariz bir taraf tuttuğumu düşünüyorum. Ya da amacım buydu diyeyim. Tarafımın çok net olduğunu düşünüyorum ben Fehmi ve Şener’den yanayım tüm kitap boyunca. Anlatan da ben olduğum için aslında küçük manipülasyonlarla, müdahalelerle, provokasyonlarla, seçimlerle, olaylarda dikkati çekmek istediğim noktalarla okuru bir şekilde yönlendirmeye çalışıyorum. Amacım romanı okuyan insanların da benimle beraber kitabın sonuna kadar Fehmi ve Şener’in tarafını tutarak gelmelerini sağlamak. Kendimi konumlandırdığım yer suç ortaklığı diyebilirim. Aynı zamanda okuru da suç ortağı yapmaktı niyetim. 

Kitabınız yaşlılığın gençlik dönemine özlemi ve ergenliğin tecrübesizliği, acımasızlığı arasında geçişler yapıyor. Aslında tam da bu iki hayat tecrübesinin ortasında duran bir yazar olarak sanki sizin yaşlılığa dair endişelerinizi, fantezilerinizi ve gençliğe dair kızgınlıklarınızı da duyuyor gibiyiz. Bu kavramları merkezinize almaya sizi iten ne oldu?

Evet, kitap bir şekilde aslında benim de yaşlılığa, yalnızlığa, ölüme bakışımı içeriyor. Bir şekilde kendi yaşlılığımla yüzleşme çabası da sayılabilir. Biriyle yaşlanmak duygusunun nasıl olabileceğini ve bunun nasıl yıkılabileceğini görmek istedim. Ayrıca bu tür karşılıklı tezatlar yani yaşlılık-gençlik, birliktelik-yalnızlık, gizlenmek-açığa çıkmak gibi çeşitli kavramlar yazması çok zevkli ve romanı cilalayan şeylerdi. Yoksa gençliğe bir kızgınlığım yok. Bu manasız bir kızgınlık olurdu, kendi gençliğime de kızgın olmam gerekirdi bu şekliyle. Yaşlılığa bir hayranlığım da yok bana kalırsa. 40 yıl birlikte yaşamayı bir şekilde idealize ettiğimi kabul ediyorum ama bireysel olarak kendimin böyle bir hayali yok. Ama ana okur kitlesi olarak hedeflediğim eşcinsellerin, hadi kendimi de dahil edeyim, yaşlılıkla ilgili bir takım endişeleri ya da çıkmazları olduğunu düşünüyorum. Durduğum yerden buna bakınca bir fantazi olarak kurulacak tek eşli ilişki masalı acaba bu endişelere bir cevap olabilir mi diye düşündüm. 40 yıl, Büyükada’da bir köşkte geçen, pek çok tutkunun ve arzunun rafa kalktığı, yerine güven ve sadakatin alındığı ama bir yaz günü gelen genç bir erkekle kurulan her şeyin yerle bir olma ihtimali olan bir masal… Bence tüm bunlar bir suç romanı için oldukça uygun ve hakkında farklı bakış açılarını tartışabileceğimiz bir atmosfer oluşturdu. 

Kitabınızın en sevdiğim yanlarından biri sonunda natrans hetero bir erkeğin iç dünyasına girmeme fırsatı bulmak oldu. Darısı bizi natrans hetero erkeklerin iç dünyasında can çekişmek zorunda bırakan Türkiye sineması ana akımının ve “duayenlerinin” başına. Tam da bu sebepten kitabınızın filmi için çok heyecanlıyım! Filminizin belli olan ve bizimle paylaşabileceğiniz bir detayı var mı?

Yani evet, burada natrans hetero erkek diyerek Deniz’i kastettiğinizi düşünüyorum, açıkçası benim de onun iç dünyasına girmek gibi bir niyetim hiç olmadı. Gerek olduğunu da düşünmüyorum. Onun romanda kendine ait bir bölümü var kendi ergenliğinin izlerini orada okuyabiliyoruz. Deniz karakterinin romanda belli bir amacı var ve o gerçekleştikten sonra da ona pek ihtiyacımız kalmıyor. Dediğim gibi bu romanda ana odak iki yaşlı lubunyada Fehmi ve Şener’de kalmalıydı. Ben de mümkün olduğu kadar orada tutmaya çalıştım. Deniz’in bir fonksiyonu daha var, aşırı estetize edilen güzelliği ve annesinin bir ‘oğluşu’ olmasıyla okurun ilgisini dağıtmak ve kafasını karıştırmak. Kitapla ilgili farklı son bekleyenlerin bu kafa karışıklığına kendisini fazla kaptırdığını düşünüyorum ve bu da beni içten içe çok eğlendiriyor aslında. Filmle ilgili gelişmelere gelince ben de en az sizin kadar heyecanlıyım diyebilirim. Benim için de ilginç bir süreç oluyor çünkü romanım piyasaya çıktıktan hemen bir yıl sonra bir film teklifi aldı ve hakları opsiyonlandı. Şimdi bu opsiyon sürecinin içindeyiz ben de gelişmeleri merak ediyorum doğrusu. Senaryo yazım sürecinde diye biliyorum. Ve yönetmen Ali Kemal Güven’in hakkını vererek, layığıyla bu filmi çekmek istediğini. Bakalım, hep beraber göreceğiz. Bunun dışında size verecek daha juicy bir cevabım yok bu konuyla ilgili, birkaç cast dedikodumuz var ama şu an bunları patlatmak benim olayım olmamalı bence. Bu kitap epey bekledikten sonra kendi zamanını bulup yayımlandı ve bu noktaya geldi. Filmi için de böyle bir süreç olabilir. Doğru zaman, doğru şartlar ve doğru insanların birleştiği bir anda ortaya çıkacak ve bence çok iyi olacak. Ben malzememe güveniyorum açıkçası 🙂

Önümüzdeki günlerde sizi başka projeler ile konuşur muyuz merak ediyorum. Üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı?

Tabii ki yeni romanımı yazmak istiyorum. Deniz Ne Kadar Güzel’in ardından ne yazacağımla ilgili küçük bir blok sürecine girdim. Ve sonunda yazmak istediğim şeyi buldum. Ama bunun için bir takım şartların gerçekleşmesi gerekiyor. Fikri beni çok heyecanlandırıyor, bu sefer daha karanlık bir şey yazmayı planlıyorum. Deniz Ne Kadar Güzel, Amerika’da yayımlandığında ki bu da sanırım en erken önümüzdeki sene olur bu romanı bitirmiş olmak gibi bir hedefim var.  Bu süreye kadar da senaryo projeleriyle ilgileniyorum. Hikâyesi Cannes’a seçilmiş bir yazar olmak, hep ilgilendiğim ama bir türlü girmeyi beceremediğim senaryo dünyasının kapısını biraz araladı gibi. Romanımı yazmaya başlamadan önce biraz bu alanda üretmeye devam edeceğim sanırım. 

Kapak Fotoğrafı: Ekin Özbiçer