20. yüzyıl Amerikan post-modern edebiyatının en oyunbaz isimlerinden Tom Robbins’in çokça kaynak tarafından magnum opus’u olarak nitelendirilen “Still Life With Woodpecker” veya Türkçe çevirisi ile “Ağaçkakan” oldukça nevi şahsına münhasır bir eser. Öyle ki kurgusal bir Orta Amerika monarşisinden sürülmüş olan Barcalona hanedanının pek de fonksiyonel olmayan üyeleri üzerinden ulusların Amerikanlaştırılmasını ve tüketimciliği irdeleyen Robbins; hikayeye uzaylıları, kızıl saçlı insanlar arasındaki mistik bağı ve metafizik kanun kaçkınlığını serpiştirirken sürekli arızalanan Remington SL3 model daktilosundan-ki Remington’un bu isimle bir modeli yoktur- şikayet etmekten asla imtina etmiyor. Aşureye dönmüş bu temalar silsilesine rağmen Robbins’in bu anlatıda hepsinden öne çıkan bir derdi var; aşkı kalıcı kılmanın yolu nedir?

24-books-you-should-read-based-on-your-favorite-tv-shows
Still Life With Woodpecker | Fotoğraf: Tom Robbins, 1980

Barcalona Hanedanı ve Amerikanlaşma

Bu uçuk kaçık peri masalı bizi Seattle’a sürgün edilmiş aktivist prenses Leigh-Cherry, Amerikan hayat tarzını iliklerine kadar benimsemiş olan babası Kral Max, opera düşkünü saf annesi Kraliçe Tilli ve uyarıcı bağımlısı hizmetçileri Gulietta ile tanış ediyor başında. 70lerin son senelerinde kaleme alınan kitap bu uçarı ailenin her bir ferdi ile dönem Amerikasının stereotiplerini irdeliyor. Zira Kral Max; şovenist, alkol ve kumar düşkünü Amerikan erkeğini simgeliyor. Ayrıca ülkesineki ihtilâli takiben Birleşik Devletler’e sığınan Max karakteri, fikrimce devrim öncesi Küba devlet başkanı olan Fulgencio Batista’ya nazik ama yerinde bir dokundurma. Çünkü Batista’nın da aynı Max gibi servetini Amerika’ya yatırdığı bir dönem mevcut. Ayrıca Batista’nın da en büyük günahı devrim öncesi Küba’nın bir kumar merkezine çevrilmesine göz yummak olduğunu söylemek lazım. 

Kraliçe Tilli ise 20. yüzyılın başından günümüze kadar servis edilen “Nuclear Family” yani “Çekirdek Aile” modelindeki anne rolünü üstleniyor. Fakat burada Robbins’in gerçeküstü tarzının altında aynı zamanda çok kuvvetli bir realizme sahip olduğu görülüyor. Çünkü Tilli, kültürel olarak dayatılan anne ve eş rolünü değil; bu rol dayatıldıktan sonra ortaya çıkan buhranlar sonucu oluşan kişiyi simgeliyor. Kadına sosyal düzlemde alan tanınmaması ve yalnızca kendisine biçilen kalıp içinde var olabilmesi sonucunda mutluluğu kendine yarattıkları küçük dünyada-Tilli örneğinde bu opera ve kanişi oluyor- araması bu karakterle ete kemiğe büründürülüyor. 

Gulietta ise Barcalona ailesinin oldukça enteresan bir ferdi. İngilizce bilmeyen ve uyarıcı madde bağımlısı bu mürebbiyenin kitabın sonunda Leigh-Cherry’nin gayrimeşru ablası olduğunu öğreniyoruz. Gulietta’nın madde bağımlılığını 70ler ve 80lerde Amerika’da patlak veren kokain krizinin bir karakter aracılığı ile tezahürü olarak açıklamak mümkün. Hatta öyle ki kitabın sonunda Kral Max’in kızı olduğunu öğrenmemiz de tam olarak bu sebepten. Zira Robbins; ABD’nin dönemde Orta ve Güney Amerika üzerinde yürüttüğü emperyalist politikaların nasıl bir kimyasal uyuşturucu epidemiği yarattığına dikkat çekiyor bu şekilde. Tabiri caizse bu salgını kukla hükümetlerin bir çocuğu olarak nitelendiriyor. Pek tabii ki aynı Gulietta gibi bu salgın yalnızca doğduğu ülkede kalmayıp Birleşik Devletler’e göç ediyor. 

127291
Fulgencio Batista, ABD Genelkurmay Başkanı Malin Craig’le | Fotoğraf: Harris & Ewing/Wikimedia Commons

Leigh-Cherry, Bernard Mickley (nam-ı diğer Ağaçkakan) ve Aktivizmde Metodoloji

Başkarakterlerimizden Leigh-Cherry’nin problematik ailesinden bahsettiğimize göre esas kız ve oğlandan söz edebiliriz. Leigh-Cherry karşımıza alışageldik prenses temsilinden oldukça uzak bir şekilde çıkıyor. Zira peri masalları ve geleneksel kurguda prensesler genellikle sosyal problemlere karşı duyarsız, öyle veya böyle bir erkeğe bağımlı ve kurtarılmayı beklenen arzu nesneleri olarak resmediliyor. Fakat Leigh-Cherry bu tanımdan oldukça uzak. Aşka dair başarısız ve travmatik deneyimlerden sonra bu mefhumla-hatta tüm insanlıklatemastan kaçınmaya başladıktan sonra kendisini evinin çatısına kitliyor. Öyle ki burada yalnızca bir Camel paketinin üzerindeki yazıları tekrar tekrar okuyup Amerika’nın önemli eko-siyasetçilerinden Ralph Nader’ın posterini izliyor.

Robbins, Leigh-Cherry karakteri ile geleneksel kurguda yerleşmiş olan normları ve bu normlar üzerinden kurulmuş kültürel hegomonyayı eleştiriyor. Keza de facto olarak itaatkar,uysal ve patriarkal normlar ile toplumsal beklentileri pekiştirecek nitelikte sunulan prenseslere rağmen Leigh-Cherry, bu kalıpları alt üst ediyor. Leigh-Cherry, yalnızca bir prenses değil aynı zamanda imparatorluk güçleri tarafından baskı altına alınan bir halkın tezahürü olarak da okunabilir. Kraliyet ortamında ve nispeten izole olarak büyümüş olmasına rağmen, Leigh-Cherry, kültürel hegemonyanın zorladığı sınırlardan kurtulmayı amaçlıyor, evlilik ve bir aile kurmak dışında ideallari benimseyrek alışageldik peri masalı prenseslerinden kendini radikal bir şekilde sıyırıyor. Yani Leigh-Cherry karakteri hem toplumun kadınlar üzerine yüklediği beklentilere hem de emperyalist metod ile saiklere karşı bir başkaldırı niteliği taşıyor.

21book-jumbo
Tom Robbins,1976 | Fotoğraf: New York Times

Bu norm dışı prensesin hayatı; kendi etik kurallarına sıkı sıkıya bağlı, romantik ve aynı kendisi gibi kızıl saçlı bir kanun kaçağı olan Bernard Mickley Wrangle namı diğer Ağaçkakan ile tanışması ile değişecektir. Zira Bernard, baskıcı kurum ve mefhumlara karşı mücadele vermesine karşın Leigh-Cherry’nin aksine romantik ve radikal bir bireyciliğe sahiptir. Çünkü -genelde çokça patlayıcı ve kaos içeren -eylemlerinde beklenilenin aksine kollektif değil münferit bir mücadelede olduğu kitap boyunca vurgulanıyor. Fakat karakterin metodolojisini Robbins’in bir kollektif mücadele eleştirisi veya Jack London’ın Martin Eden kitabında yaptığı gibi kendi gençlik yıllarındaki ben merkezciliğine bir yergi olarak okumak yerine bu hareket biçimini karakterin Leigh-Cherry ile olan ilişkisi bağlamında incelenmenin daha sağlıklı olacağı kanaatindeyim.

Keza önceden de değindiğimiz üzere Leigh-Cherry karakteri patriarkal kültürel hegomonyaya bir başkaldırıyı simgelemek ile birlikte özgürleşen bir halkın da yansıması konumunda. Burada Ağaçkakan karakteri ise bütün kültürel ve sosyal normlardan da sıyrılmış şekilde hareket ediyor, bu normlara kişilerin tek tipleşmesi de dahil. Leigh-Cherry’nin mücadelesi çevreci bir çerçeve içerisindeyken Bernard’ın başkaldırısı bütün müesses nizama karşı. Buna karşın her ikisinin de mukavemetinin ortak bir yönü mevcut; her ikisinin de özü pompalanan kültür emperyalizmi ve kapitalist metodlara karşı yığınların bir parçası olarak birey olma yetisini kaybetmeyi reddetmek. Bu bağlamda Ağaçkakan’ın mücadelesinin yöntemi, mücadelenin özü ile bir oluyor. Bir anlamda Bernard, kendi kaderini tayin kavramının ete kemiğe bürünmüş hâli olarak çıkıyor karşımıza. Zira Robbins, kişinin kendi kaderini tayin edebilmesi için her şeyden önce kendisini fethedebilmesi gerektiğinin farkında. Bu durumu da “Kendi kahramanımız olduğu kadar kendi ejderhamızız, dolayısıyla kendimizi kendimizden kurtarmalıyız.” şeklinde açıklıyor. 

Bernard karakterinin mahlasının Ağaçkakan olması bir tesadüf değil. Robbins’in karakter için bu ismi seçmesi, müesses nizamın boş yüzeyini bir ağaç kabuğu olarak görmesi , karakterin anlatı boyunca kabuğun altındaki emperyalizmin ardındaki gerçeği açığa çıkarmasıdır. Ağaçkakanın ağaçlara delikler açarak içinde gizli olan böcekleri bulması gibi, karakterimiz de kurulu düzenin yüzeyini delmekte ve ardındaki boşluğu ile bu boşlukta konuşlanmış yozluğu gözler önüne sermektedir. Yalnızca devletin değil; sermayenin, aile kurumunun ve yerleşik kültürün yani bütün tahakküm organlarının içini oyuyor Ağaçkakan. 

Aşkı Kalıcı Kılmanın Yolu Nedir?

Robbins, henüz bu kaçık hikayeyi bizlere anlatmaya başlamadan önce bir soruyla karşılar bizi: Albert Camus, tek önemli sorunun intihar edip etmemek olduğunu söyler. Tom Robbins ise tek önemli sorunun zamanın bir başlagıcı olup olmadığını söylüyor. Camus belli ki yatağın sol tarafından kalkmış, Robbins ise alarmı kurmayı unutmuş. Tek bir önemli soru var: aşkı kalıcı kılmayı kim biliyor? Bana bunun cevabını verin ve ben de size kendinizi öldürüp öldürmemeniz gerektiğini söyliyeyim.

Her ne kadar post-modern hezeyanlarla, iğneleyici kapitalizm ve emperyalizm eleştirileriyle, uzaylılara, metafizikle ve 20. yüzyıl sosyopolitik konjonktür tahlilleri ile bezenmiş olsa da elimizdeki kitabın öyle veya böyle bir peri masalı olduğunu unutmamak lazım-ve tabii ki Robbins’in de iflah olmaz bir romantik olduğunu-. Dolayısıyla ele avuca sığmaz politizmine rağmen elbet de aşktan ve aşıklardan bahsetmeyi ihmal etmiyor hikaye. Hatta yalnızca bahsetmekle kalmayıp bütün derdini bu duygu üzerinde inşaa ediyor. 

15719762720_887b8e314a_c
Still Life with Woodpecker -palm trees| flickr.com

Yazar, aşkı anlık bir sihirmişçesine tanımlıyor. Fakat tahmin edersiniz ki bu sihrin bir sabah uyandığınızda ansızın ortadan kaybolacağının da farkında. Robbins’in bitmek bilmeyen problemi de tam olarak bu farkındalıktan kaynaklı, bu sihri nasıl kaybetmeyiz? Bu soruya ise bir kullanım kılavuzuymuşçasına didaktik bir kurallar bütünü yerine bazı prensipler ile cevap veriliyor. Zira Robbins, aşkı nihai ve en büyük kanun kaçağı olarak tanımlıyor. Herhangi bir kurala riayet etmeuyeceğini dolayısıyla onun sahibi değil yalnızca yoldaşı olabileceğimizi vurguluyor. Dolayısıyla ona boyunduruk vurmak yerine ona yardım ve yataklık etmemiz gerektiği kanaatinde. Bittabi bu durumda güven de söz konusu olmuyor. Bu sebeple de aşkı oldurmak veya kalıcı kılmak da Robbins için manasız oluyor. O, aşkı özgür bırakmak ve peşinden sürüklemek veya peşinden sürüklenmek yerine yoldaşlık etmek gerektiği kanaatinde. 

Robbins’in bütün bir hikaye boyunca bu soruya yanıt arayıp en sonunda sorunun kendisini anlamsız bulması oldukça kendisine yakışan bir hareket. Yine de yazarın açıkça olmasa da kitap içerisinde bu soruya verdiği yanıtlar mevcut. Hatta bu yanıt, yazarın soruyu manasız bulma sebebinde saklı. Öyle ki aşkın getirdiği bilinmezlikleri ve bu bilinmezlikleri kucaklamayı aşkı kalıcı kılmanın tek yolu olarak sunuyor yazar burada. Bittabi tabiri caizse aşka karşı korkaklık etmek ve kişinin kendi zihninde yarattığı bloklara takılmak yerine onunla beraber yürümeyi öğütlüyor yazar.

Bu yazımda fark etmişsinizdir ki, kitaptaki olay örgüsüne olabildiğince az yer verdim. Çünkü kitap ile alakalı spoiler vererek herhangi bir okuyucunun bu anlatıdan uzak durmasına sebep olmak asla istemem. Zira hikaye benim için o denli büyük bir önem barındırıyor ki kitabın kapağındaki ağaçkakan ve dinamit kompozisyonunu kolumda dövme olarak taşıyorum. Konu veya satır araları ilginizi çektiyse Ağaçkakan kitabını herkese tavsiye ediyor ve bol edebiyatlı günler diliyorum!

Kapak Fotoğrafı: Tom Robbins, 1980

İlginizi çekebilir: Koray Kocer’den Parfümün Dansı