Muhtemeldir ki Mine Söğüt’ün yazdıklarını okurken, onun yazdığını bilmiyor olsak bile “Bu kesin onun kaleminden çıkmadır,” diyebiliriz kendi kendimize. Başkalarının Tanrısı’nda da Söğüt, anlatmak istediğini açık, cesur ve o kadar kendi üslubuyla haykırıyor ki, okuyan kendi hayatını sorgulayıp iç dünyasının hesaplaşmasına dalıyor. 

fqnz-j3wqac_1hi
Başkalarının Tanrısı| Fotoğraf: canyayinlari.com

Başkalarının Tanrısı, Mine Söğüt

Aşina olduğumuzu zannettiğimiz ama aslında akıbetini hiç bilmediğimiz hayatların çarpıcı bir panoraması Başkalarının Tanrısı. Yaşamak isteyip de yaşayamayanların, yaşamak istemediklerini yaşayanların ve ölüp ölüp dirilenlerin hikâyesi.

Alıştığımız bir Mine Söğüt dili hâkim Başkalarının Tanrısı’nda, bazen ağlatırken güldüren, hiç beklenmeyen bir anda şamar gibi inen, gerçeği bütün canlılığıyla “burada” diyerek yüzümüze çarpan bir dil onunki…  Üstelik bunu öyle bir yapıyor ki, yaşadığımız dünyaya ilenmeye başlarken eş zamanlı olarak kendi hapishanemizin de demirlerini eğerek çıkmak için cesaret alıyoruz. Uçurumu gösterirken elini gökyüzüne kaldırıp umudu da hatırlatmayı ihmal etmiyor yazarımız. 

Başkalarının Tanrısı | Fotoğraf: fotoğrafı: NMG (Unsplash.com)

Birbiriyle hiçbir alakası olmayıp da bir noktada aynı kaderi yaşayan dört insan; dünyaya çile çekmeye gelmiş yaşlı bir kadın Efsun, aklını yitirmiş zavallı bir adam Adnan, oradan oraya savrulan Hülya ve evini, ailesini terk edip kendini bu tablonun içine dahil eden “şair” Musa’nın hikâyesini okuyoruz Başkalarının Tanrısı’nda. Tabii bir de hiçbir şeyden haberi olmayan fakat muhtemelen bu dört insan gibi büyüdüğünde yaşadığı bu hayata lanet yağdıracak yeni doğmuş bebek Matruşka var. Karanlık geçmişleri gerçek mi, yalan mı kimse bilmiyor. Muhtemelen siz de okurken bununla pek alakadar olmayacaksınız, zira anlatılan hikâyelerin bu dünyadan çıktığına o kadar emin olacaksınız ki, yer yer rahatsızlık ve üzüntü duyduğunuz birçok problemin satır aralarında gün yüzüne çıkıyor olması aslında bilip de görmek istemediklerinizi hatırlatacak.

Romanın şair denen Musa’nın ağzından anlatılıyor olması pek de tesadüf değil gibi görünüyor. Musa, mutsuzluk konusunda neredeyse hepimizi temsil ediyor. Ömrünü gerçekleşmesi zor görünen, fakat gerçekleştikten sonraki getirisi tatmin etmeyen ideallere adayan Musa, kendiyle beraber bütün yorgunluğunu da sokağa atıyor. Ne aradığı belli değil, ne bulabileceği de. Açıkçası bunun kendi de farkında. Onu hafifletense, artık kimseye hesap vermeyecek olması. Yani hepimizin istediği şey!

Yoksulluk, evsizlik, aile bunalımları, kimsesizlik gibi sarsıcı konulara parmak basan Mine Söğüt, yine harika bir iş çıkararak günümüz büyükşehirlerinin herkese aynı şekilde kucak açmadığını, medeniyet dediğimiz olgunun aslında ne kadar sığ olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyor. 

kaza_3967
Mine Söğüt | Fotoğraf: www.medyakoridoru.com

 “Ne doğumumuz ne ölümümüz ne de doğumla ölüm arasında can çekişerek sürdürdüğümüz hayatlar bize ait. Başkalarının isteklerinden doğuyor, başkalarının istediği gibi yaşıyor ve başkaları yüzünden ölüyoruz. Bizim sandığımız hayat bizim değil, bizim sandığımız beden bizim değil…”

Kapak fotoğrafı: NMG (Unsplash.com)

İlginizi çekebilir: Cemre Akman’dan Deli Kadın Hikâyeleri