Müzisyenlerin müziğin kendileri için ne anlama geldiğini anlatmaları zor olsa gerek. Tutku? İş? Kendini ifade ve hatta aktivizm aracı? Belki de hepsi. Piyanist ve besteci Deniz Erden bu soruya “olmak” ve “yapmak” kavramları üzerinden yanıt veriyor. Onu, Lake Salda ve Kaz Dağları (Ida) için 2019 yılında bestelediği “Your Planet Calling: Salda – Ida” ya da İstanbul Sözleşmesi’nin önemini vurgulamayı amaçlayan deneysel bir ses manzarası kompozisyonu olan “Iris” ile hatırlamanız muhtemel. Biz de Deniz ile müziği, yaratım süreçlerini, onun ilham aldıklarını ve yakın zamanda gerçekleşecek projesini konuştuk.

Fotoğraf: Deniz Erden

Deniz selamlar, biz seni uzun zamandır takip ettiğimiz için sana ve işlerine aşinayız ama ilk kez tanışacaklar için hikayeni başa saralım.

Müzikle ilişkinde henüz çocukken başladığın günlerden bu günlere neler değişti?

Aslında kendimi hatırladığım zamanlardan beri en büyük tutkum, isteğim piyanist olmaktı. Müzik çocukken sadece “olmak”tı benim için. İçinde var olmak, o olmak, oyun olmak. Sonraları tabii büyüdükçe işin teknik kısmı için “yapmayı” öğrenmek durumunda kalıyorsun. Şimdilerdeyse yapmanın ve olmanın içinde çalışmalarımı sürdürüyorum. Yani bu upuzun sürecin en güzel zamanlarındayım diyebilirim.

Klasik müzik insanların refleks olarak çekinceli yaklaştıkları, anlamakta güçlük çekeceklerini düşündükleri bir alan. Hem bu disiplinden gelen hem de farklı müzik türleriyle flört halinde biri olarak bunun nedenlerinin sence nedir?

Çok fazla parametre var. İlk olarak; kültürümüz dolayısıyla ne eğitimin içerisinde ne de günlük hayatta eskilerden beri sistemin içerisine sokulmamış, hatta “batı” müziği olduğu için hep çekinilmiş bir alandan bahsediyoruz. Önyargılar, dinleme kültürünün eksikliği gibi birçok başka etken de var bence. İnsan ancak anladığını sevebilir. Anlayamadığımız şeyden sıkılıyoruz. Farklı sunumlara, özgün ve anlatımlı programlarla kolay ulaşılabilirliğe ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. 

Yakın zamanda Japonya’da gerçekleşecek iki konser için hazırlanıyorsun. Konserlerin bir yandan da iki ülke arasındaki kültürel bir alışverişin parçası. Bize biraz bu projeden söz edebilir misin?

Aslında hikayenin başı 2018 yılında, Hideki Kozakura’nın eserlerinin Türkiye prömiyerini, Mimar Sinan Devlet Konservetuvarı’nda gerçekleştirmemizle başladı. Ardından kendisi beni solo resital vermem için Tokyo ve Nagoya’ya davet etti. Burada program bana bırakılmıştı. Ben de klasik repertuvar ve Japon bestecilerin yanısıra, Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitim görmeleri ve türk müziğini batı müziği ile sentezlemeleri üzerine yurtdışına eğitime gönderdiği “Türk Beşleri” bestecilerinin eserlerine yer verdim. Ardından, Nagoya’daki konserimi dinlemeye gelen Nagoya Üniversitesi kompozisyon bölümü profesörü Akira Kobayashi tarafından resital vermem üzere bu yıl yeniden davet edildim. 

Şimdi ise, davet edildiğim Japon besteciler ve Türk bestecilerin eserlerinden oluşan bir repertuvar ile resitaller vermeye gidiyorum. 10 Kasım’da 3. kuşak Türk bestecilerimizden İlhan Baran’ın Siyah ve Beyaz albümü ve Fazıl Say’ın Yürüyen Köşk eseriyle Atatürk’ü anacağım. İkinci konserim ise 12 Kasım’da Okinawa’da gerçekleşecek. Oradaki programda C. Debussy’nin Suite Bergamasque eseri de yer alacak.

Bizce senle ilgili en heyecan verici konular arasında müziği aktivizmin bir parçası haline getirebilmen var.

Bu ilişkiye nasıl bakıyorsun? Senin ilham aldığın örneklerden biraz söz edebilir misin?

Aslında bu benim kişiliğimle örtüşen bir tarafım. Sözsüz müzik içinde büyümüş biri olarak, kalbimdeki iyi ve güzelin peşinde koşma arzum, adalet arayışımla birleşince beni elektro-akustik janrada bu tarz işler üretmeye götürdü. 2016 Patti Smith konserine katılanlar hatırlar; herkes ayakta ve People Have the Power söylüyordu. Patti Smith bu coğrafyanın gerçeklerinin bilgisinde ve en bilge haliyle bizle konuşuyordu, hatta sahnede gitarının tellerini kopartmıştı; “sizin silahınız enstrümanınız” diyerek. O gün, nereye dokunacağımı bilerek kendimi çok güçlü hissetmiştim. Bence, “seni seviyorum, yanındayım” diyebildiğimiz her böylesine zarif ve derin anda güçlü hissetmek dışında, sessiz kaldığımız her deneyim de çözümlenme şansı buluyor. Sesimiz adalete ulaşıyor.

Aslında her proje ve her bir konser kendine has bir hazırlık sürecini getiriyor. En yakın tarihli Japonya örneklerinden yola çıkarsak hazırlık sürecin nasıl geçiyor?

Evet, özellikle yeni bir repertuvar oldukça disiplin gerektiren bir dönemi beraberinde getiriyor. Benim için bu dönem hem yeni bir ülkeyi, şehri-evi deneyimlediğim, hem de yepyeni bir repertuvarın içinde yeni dünyalar keşfettiğim bir dönem oldu. 

Sanırım bilmeyenler için klasik müzik yapıyor olmak bir eseri yazıldığı gibi baştan sona çalmaktan ibaretmiş gibi gelebiliyor. Halbuki, eserin bir ölçüsünü bile o anda nasıl çalacağımın sonsuz ihtimali var. Çok basit şekilde bir eseri çıkartma sürecini anlatacak olursam; aslında yaşamla, senin kalbini açabildiğin, ihtimallerin ve güzelin sonuna ne kadar gidebildiğinle ilgili ve değişkenlik gösteren bir süreç olduğunu söyleyebilirim. Bence bu işin en büyülü tarafı da ihtimaller arasında seçim yapabiliyor olmak. Müzik yaşamla o kadar örtüşüyor ki, onunla büyümek, oradan öğrenmek, ve oradan yola çıkmak dünyanın en güzel hissi, şansı benim için.

Son olarak; ajandan da 2023/2024 sezonu için sana heyecan veren neler var?

Şu aralar beni Japonya dönüşü en heyecanlandıran şey kendi bestelerimden oluşan neo-klasik piyano albümümün kaydı. Japonya dönüşü kayıtlarımı tamamlayıp 2024 sezonunda parçalarımı çıkarmayı hedefliyorum. Ayrıca klasik bir piyano albümü yapmak da bu sezon planlarım arasında. 

Hem piyano repertuvarım, hem de kişisel albümümle insanlara ulaşmayı ve hikayeyi benim gözümle anlatabilmeyi hayal ediyorum!

Kapak Fotoğrafı: Deniz Erden

İlginizi çekebilir: Melo Magger’dan Nisan Ak ile Müzik Dünyasına Dair Gerçekçi Bir Sohbet