Aslında Franz Kafka çok önceleri bildiğim bir yazardı. Dönüşüm kitabını iyice idrak etmek için iki kez okumuştum ancak “Milena’ya Mektuplar” kitabı ne kadar bilinen bir kitap olsa da şimdiye dek okumak aklıma düşmemişti. Şimdi birden belki de ismi yüzünden dikkatimi çekti: Mektuplar…

Konu mektuplar olunca işin içine nostalji girmeden olmuyordu. Şimdilerde mektup yazan çok insan olmasa da önceleri mektup önemli bir araçtı. Y kuşağından biri olmama rağmen daha önce benim de birkaç mektup arkadaşım olmuştu ancak zamanla mektuplar önemini yitirdi. Mailler, aramalar ve mesajlar… Tüm bunlar olaya dahil oldu. Evet, mektuplar benim için önemlilerdi ancak benden çok daha önce yaşamış olan biri, Kafka gibi biri için çok daha başka bir anlam taşıyordu. O, mektuplarında sözcükler yoluyla derinleşen hislerini anlatıyor. Anlattıkça içinde büyüyor ve sonunda işin içinden kendi dahilinde çıkamıyordu. Tüm bu hisleri, düşünceleri ve az çok yaşanan hikayeyi baştan başlatmadan hemen önce size mektupları yaşamış olan adamı, Franz Kafka’yı, biraz tanıtmak istiyorum.
 

Bugünlerde aforizmalarını her yerde gördüğümüz, yüzünün bez çantalara dahil basıldığı Kafka, yani Franz, 3 Temmuz 1883’te doğan Almanca konuşan Bohemyalı, roman ve öyküler yazan biriydi. 20. yüzyılın en önemli yazarlarından biri olarak anılacak bu yazar tuhaf hikayeleri ve fantastik unsurları barındıran bir tarzı benimsemişti. Yazılarında yabancılaşma, varoluşsal kaygı ve sık sık suçluluk gibi duyguları barındırıyordu. Kendini güçlü bir karakter olarak görmediği açıktı. Saçmalık diye adlandırdığı hisleri ve tüm bu durumları bizler bugün “Kafkaesk” terimi olarak tanımlıyoruz.

Geçmişe dönecek olursak Franz Prag’da Yahudi olan basit orta sınıf bir ailenin oğluydu. Avukat olmak için eğitim almış işe girdikten sonra ise işteki boş zamanını yazı yazarak geçirmeye başlamıştı. Hayatı boyunca yüzlerce mektup yazmıştı. Mesafeli ve gergin olduğu babası da bu listeye dahildi. (bknz. Baba’ya Mektup Kitabı) Yazmak onun için kolaydı. Hislerini aktarmanın bir başka yoluydu. Bu yüzden sık sık mektup yazardı. Bu mektupları, diğer eserlerini öldükten sonra yok etmesi için arkadaşı Max Brod’a verdi ama o 40 yaşında veremden dolayı ölmüş olan Kafka’nın isteğini yok sayarak tüm bu yazıları yayınlamayı tercih etti.

Asıl hikayemize yani Milena’ya dönecek olursak, ilk olarak şunu diyebilirim ki aslında Kafka, birçok kez evlenmenin eşiğine gelmiş, nişanlanmış ama buna rağmen evlenmemiş biriydi. Günümüz de ise en çok Milena’ya olan aşkı söz konusu olmuşsa da daha önce de ilişkileri olmuştu. Ama elbette Milena her zaman daha farklıydı. Onunla daha yoğun bir ilişkisi vardı ama Milena evli bir kadındı. 1920’de Çek gazeteci ve yazar, çevirmen olan bu kadınla Prag’a yaptığı bir ziyaret sırasında bir toplantı da tanışmıştı. Milena, ona öykülerini Çekçe’ye çevirme arzusundan bahsetmiş ve ikisi ortak bir sohbet başlamış zamanla bu Kafka için “dayanılmaz” bir ilişki haline gelmişti. Ancak Milena, Viyana’da yaşıyordu ve neredeyse bitmiş bir evliliğin içindeydi, Franz ise Prag kalıyordu. İkilinin mektuplaşmaları zaman içinde bu ilişkinin başlangıcı olmuştu. Bu derin ama umutsuz bir aşktı. Franz mektuplarında sık sık kendini teselli ediyor ve dizginliyordu. Milena’nın en ufak sözüyle seviniyor ve en küçük ayrıntıda adeta boğuluyordu. Mektupları dört gözle bekliyor cevap yazmadan önceki hislerini, durumunu açıkça cevaplarında anlatıyordu. Şöyle diyordu; “Yanımda yürüyordun Milena, düşünsene, yanımda yürümüştün! Aşık biri için ne büyük nimet değil mi?” Franz, aslında çaresiz ve zayıf hissediyor kendini Milena’nın yaşadığı büyük evdeki bir fare gibi görüyordu. Milena da bu farenin peşinden gidiyordu ama o eve de kök salmıştı.
 

“Evet, haklısın, ondan hoşlanıyorum. Ama F., senden de hoşlanıyorum.” diyordu Milena mektubunda, ama Franz bu durumda bile kendi için söylenen “senden” kısmına seviniyordu. Ondan hoşlandığını söylemişti! İşte böyle bir sevgi Franz’ı gün ve gün tüketiyordu. Franz için o yaşarken de ölüyordu artık ama bu durumu kabullenmişti. Milena’ya kavuşma ihtimali bile onu hem korkuya itiyor hem de içten içe sevindiriyordu. “Ama bana gelirsen, uçuruma atlamış olacaksın. Bunu biliyor muydun?“ diyordu. Onun için olan endişesi kendi için olandan fazlasıydı. Hastaydı, uyuyamıyordu ve Milena’ya yakınıyordu. “Mesela neden senin odanda duran, sen sandalyende ya da çalışma masanda otururken, uzanırken, ya da uyurken, seni bütünüyle gören mutlu bir dolap değilim? Neden değilim?”

Mektuplar boyunca Franz defalarca kendini tekrarlamıştı. Beraber geçirdikleri süre boyunca bunun gerçekliğine bile inanmak ona umut veriyordu. Bir çok şeyin bambaşka olmasını isterdim diyordu Milena’ya. Ama başka türlü olmamıştı. Bu saplantılı ve sıkıntılı umutsuz bir aşktı Franz için.

Ben ise bu kitabı okurken bazen “Bu kadar kendini yıpranmaya gerek var mıydı?” diye düşünmeden edemedim bazen. Belki kitabın tek taraflı olmasındandı ama yer yer beni rahatsız eden kısımlarda oldu. Birine gelme yoksa gelme ihtimaline sevinemem bunun umuduyla yaşayamam bile diyen birinin inceliği, kırılganlığı ve çaresizliği beni etkilese de aynı zamanda olduğu yerde sayan bir kişinin mektuplarıydı bunlar.

En başında bahsettiğim gibi çok bilinen ancak bu kadar ilgiye rağmen beklentilerini karşılamadığını söyleyen bir çok okura karşılık ben kitap için “yeterince acı ve güzeldi” diyebilirim ancak çünkü içi sıkıntı ve bunalım dolu olan bir kitap olsa da o aşkın bir güzelliği ve farklılığı vardı bu kitabın. Kafka’nın aşkına karşılık Milena’nın boş kalmayışını okumak beni memnun etti açıkçası. Yani çok fazla beklentiye girilmeden okunduğunda insanı üzse bile sahip olamadığı biri için, bir şey için mektup yazmaya teşvik edecek bir kitaptı. Bana kalırsa Kafka kendine özgün ancak güvensiz biriydi bu mektupları yazarken. Melankoliğe oldukça yer verilen kısımlarda insanın ruh halini değiştiren bir üslubu vardı bile denilebilir.

En başından itibaren ümitsizlik ve umut arasında sıkışıp kalmıştı ikisi arasındaki bu ilişki. Franz’ın dediği gibi olmamasına razıyım ama olacakmış gibi olmasın yeter diyordu. İşte böyle bir kitaptı Milena’ya Mektuplar. Bittiğinde ben bir rahatlık hissettim o çaresizlik bittiği için ama bir parça da üzüldüm. Franz’ın içinde iki kişi savaşmıştı; biri gitmek istiyordu diğeri ise gitmekten korkuyordu. Bence bu kitap çok üzücü de gelebilir aşk dolu da; işte bu yüzden okursanız bir şey kaybetmezsiniz, çok mutlu da olmazsınız çünkü üzücü bir hikaye bu ama bence okuyun ve gerekirse mutsuz hissedin. Mektupları hatırlayın hatta belki ileri gidip bir tane yazın. Ben yaptım ve bu güzel hissettirdi. Kime, neye olduğu önemli değil, yalnızca yazın.

Kapak Fotoğrafı: Unsplash/@joannakosinska

İlginizi çekebilir: Mahsa Khorshiddoust’tan Milena Jesenská