Psikolojiye ilgisi olanlar, suç ve gerilim sevenler, son bölüme kadar heyecanı zirvede tutmak isteyenler için hem akıcı hem de kolay izlenebilir mini diziler üzerine bir yazı hazırlamak istedim. Hazırsanız birlikte göz atalım.

(Editör Notu: Yazı boyunca bahsedilen diziler içerisinde spoiler sayılabilecek ufak bilgiler bulunuyor. Dilerseniz izlemediğiniz dizileri önce izleyip ardından bu yazıya dönebilirsiniz.)

Mini Diziler
Mini Diziler | Fotoğraf: Unsplash/@catherineheath

Mini Diziler: Farklı Platformlardan Öneriler

Little Fires Everywhere

İncelediğim ilk dizi olarak özellikle bunu seçtim çünkü bu türde izlediğim birçok yapımdan beni son zamanlarda en çok etkileyen dizi oldu. Dizi, konusunu Celeste Ng’nin aynı isimli romanından alıyor. (Bu kitap 2017 yılında çok satanlara girmişti.) 8 bölümlük mini bir dizi ve bölümler neredeyse birer saat olmasına rağmen son dakikasına kadar başından kalkamayacağım kadar sürükleyiciydi.

Dizi 1990’larda geçiyor. Ohio eyaletinin bir ilçesi olan Shaker Heights’te yaşam öyle düzenli ve sıkıcı ki, bir dakika sonrasının bile programı belli. Richardson ailesi de bu düzen konusunda tüm ilçeye örnek olabilecek kadar katı kurallara sahip bir aile. Özellikle ana karakterlerden biri olan Elena Richardson (Reese Witherspoon) tüm aileyi kendi baskıcı yönetimi altında sindirmiş, baskın bir anne. Eşi Bill Richardson, çocukları Lexie, Trip, Moody ve bir türlü kabullenemediği (gerçek ismini dahi) Isabelle yani ona sürekli seslendiği şekliyle Izzy ile birlikte sinir bozucu olacak kadar düzenli bir hayat yaşıyorlar.

Düzen hastası Elena’nın şehre yeni gelen Mia’yı arabasını yanlış yere park ettiği için ihbar etmesi ve sonrasında mahcup olmasıyla ve evlerini neredeyse zorla onlara çok ucuza kiraya vermesiyle başlıyor ve tüm düzen bu olayla bozuluyor. Mia ve Pearl hayatları boyunca yerleşik bir hayat yaşamıyor, sürekli yer değiştiriyorlar. Bu anne kızın öyküsünün, Elena’nın yakın arkadaşlarından birinin evlat edinmesi ve bu olayın Mia Warren’ın iş arkadaşlarından Bebe Chow’a bağlanmasıyla yeni bir öykü ortaya çıkıyor.

Aslında tüm karakterlerin kendi içinde büyük bir psikolojik derinliği var ve beni diziye çeken asıl ögenin bu olduğunu düşünüyorum. Dizide ergenlik, yanlış seçimler, ailelerin çocuklara bulunduğu dayatmalar, ırkçılık, toplumsal kurallar çerçevesinde birkaç öykü birbiriyle bağlanarak akıcı şekilde işleniyor ve bitirene kadar başından kalkmak istemiyorsunuz. Ayrıca çocuk karakterler de dahil olmak üzere harika bir oyunculuk gözler önüne seriliyor.

İlginizi Çekebilir: Sine Magger’dan Reese Witherspoon Filmleri

Big Little Lies

Özetle afişinde de yazdığı üzere “A perfect life is a perfect lie.” Bu dizide modern dünyada herkesin yaşadığı o “mükemmel hayatlar”ın perde arkasındaki gerçekleri ve tüm bu karakterlerin büründüğü kılıkları görüyoruz. Avustralyalı yazar Lione Mariarty’nin kitabının uyarlaması olan, mini bir dizi. 2017 yılında çekildi ve ilk sezonu 7 bölümden oluşuyor. Bu dizi benim için, izleyeli çok uzun zaman geçmesine rağmen etkisinden çıkamadıklarımdan oldu. Zaten öyle sürükleyici ve başarılı bir yapımdı ki, Emmy’de 8 ödülün, Golben Globes’ta 4 ödülün, farklı dallarda 9 ödülün daha sahibi oldu. Ayrıca bu dizinin en unutulmaz unsurlarından biri de jenerik müziği diyebilirim. Micheal Kiwanuka – Cold Little Heart şarkısı diziyi izlediğimden beri çalma listemde sürekli dinlediğim parçalardan biri.

Dizideki hikaye Monterey’de geçiyor. Çocukları aynı okula giden ve farklı hayatlara sahip 3 kadın karakter görüyoruz. Ana karakterler Celeste (Nichole Kidman) ve eşi Perry (Alexander Skarsgard) kusursuz ve son derece mutlu (gibi görünen) bir çift. Celeste ayakları üzerinde durabilen, zeki, başarılı, gelir düzeyi yüksek bir avukat. Mesleğini uzun zamandır yapmıyor ve kendisini ailesine adamış görünüyor. İlk sahnelerde eşini çok seven bir adam görüyoruz fakat sonra Perry’nin öfke kontrolünü sağlayamayan, psikopat davranışlara sahip biri olduğunu anlıyoruz. Celeste’i her kaybedeceğini anladığı zaman ise yeniden mükemmel bir kocaya dönüşüyor. Celeste ise dışarıya yansıttığı mükemmel hayatının aslında öyle olmadığını kendisine bile itiraf edemiyor, bu kabullenişe ancak gittiği terapi seanslarında ulaşıyor.

Dizi bize, “sevgi” adı altında kadınların uğradığı fiziksel ve psikolojik şiddetleri, kadınların kendilerine ait bir yaşam alanı yaratabilmelerinin önemini, olması gereken fedakarlık şeklini ve aslında hepimiz için yanıltıcı olan o “kusursuz hayatlar”ın arka planında ne kusurların yattığını ve aslında hiçbir şeyin kusursuz olmayacağını anlatıyor. İşlenen konulardan biri de “Genetik yollarla karakterler özelliklerimizin çocuklarımıza geçebilir mi?” sorusu. Suçlu bir babanın oğlu da acaba aynı davranışları gösterecek mi? Bu yolla biraz da pozitivizme vurgu yapılmış. Nichole Kidman’ın kusursuz oyunculuğu ile alt metinleri oldukça zengin olan bir dizi. Şiddetle tavsiye ederim.

İlginizi Çekebilir: Lisya Kalma’dan Big Little Lies

Dirty John

Dirty John dizisinde aynı konular çerçevesinde işlenen iki ayrı sezon ve hikaye var. Genel olarak narsisizim, şiddet eğilimi, suç, ilişkilerde manipülasyon gibi konular işleniyor. İlk sezonda ana karakterler orta yaşlarda, güzel, zeki, başarılı ve öz güveni yüksek bir mimar olan Debra Newell ve işiyle oldukça meşgul görünen Doktor John. Debra ortalamanın çok üzerinde bir refah içinde geçen hayatını çocuklarıyla birlikte yaşarken, aslında mükemmel bir profille karşılaşıyoruz. Dizi ilerledikçe nasıl da sevgiye aç, öz güvensiz, manipülasyona açık bir karakter olduğunu anlıyoruz. John ise belki doktor olarak değil fakat bir yalancı olarak inanılmaz başarılı ve manipülasyona açık bir kadını gözünden tanıyabiliyor. Burada narsisist kişilik bozukluğu ve psikopat bir karakter görüyoruz. Bu karakter, kendi çıkarları için son derece rahat şekilde yalan söyleyebiliyor ve aslında çok zeki ve başarılı insanların da manipüle edilebileceğini anlatıyor. Burada da hikaye fiziksel ve psikolojik şiddet, aile içi ilişkiler gibi konularla sürükleyici şekilde anlatılıyor. En önemlisi sonuna kadar merak ve şaşırma duygusunu diri tutabiliyor.

2. sezonda aynı konular etrafında farklı bir hikayeyle karşılaşıyoruz. Kişisel fikrim kesinlikle bu sezonun çok daha fazla yürek burktuğu… Betty Broderick’in yıllarca nasıl bir eziyete maruz kalıp, bu çemberin içinden çıkamadığını hatta daha da batağa saplandığını görünce gerçekten insanın içi sızlıyor. Hikaye Betty’nin (Amanda Peet) gencecik, güzel bir kızcağızken Dan Broderick adındaki bir tıp fakültesi öğrencisine aşık olmasıyla başlıyor. Betty ile Dan evleniyorlar fakat Dan’in mesleki arayışı bir türlü son bulmuyor. Doktorlukla mutsuz olduğunu anlayan Dan, Harvard’da hukuk okumaya başlıyor ve yıllarca bu okulun borçlarını ödemek amacıyla çok fedakarlık gerektiren bir hayat yaşamaya başlıyorlar. Maddi durumları çok kötü ve yemeklerini bile fişlerle yiyorlar.

İnanılmaz bencil ve manipülatif bir karakter olan Dan ve Betty arka arkaya çocuk sahibi oluyorlar fakat Betty bu çocukların hepsine tek başına bakıyor. Dan’i tüm sahnelerde kendisi için çaba gösterirken görüyoruz ve karşılığını vermemesine rağmen sürekli Betty’den maddi ve manevi destek istiyor. Betty’nin son derece fedakar davrandığı bu hayat Dan’in mezun olup gelir düzeyi yüksek bir avukat olması ile son buluyor ve harcamaların yağmur gibi yağdığı zenginlik dönemi başlıyor. Böylece Dan evden de uzaklaşmaya ve evlilik dışı bir ilişki yaşamaya başlıyor. Dan’in narsisizmi, manipülasyonları, yalanları çerçevesinde bu fedakar ve aşık kadının nasıl akıl sağlığını kaybetmiş bir katile dönüştüğünü izliyoruz. Dan’den nefret ettiğimiz fakat Betty’nin de yıllarca bir olay etrafında nasıl da takılı kaldığını ve kendi hayatını oluşturamadığını eleştirdiğimiz, son derece sürükleyici bir sezon.

İlginizi Çekebilir: Esma Esra Hamurcu’dan Dirty John

The Undoing

Bu kez de bir Bein Connect dizisi üzerine konuşmak istiyorum. Bu şok edici ve sürükleyici dizi, aslında diğerleriyle ortak konular içeriyor. Jean Hanff Korelitz’in “You Should Have Known” kitabından uyarlama olan dizi, daha önce de incelemesini yaptığım ve beğenerek izlediğim Big Little Lies dizisinin yaratıcısı David E. Kelley sayesinde ekrana taşındı. 6 bölümlük bir mini dizi. Başrollerde Nichole Kidman (Grace Fraser) ve eşi Hugh Grant (Jonathan Fraser) var.

Ortada bir katil var ve konu katilin bulunması ekseninde ilerlerken aslında Grace’in mükemmel görünen hayatı altındaki yalanlar, travmalar ve şiddete tanık oluyoruz. Grace ve Jonathan üst sınıfa ait burjuva bir grubun üyesi fakat onlardan çok daha merhametli ve alçakgönüllü görünüyorlar. Grace güçlü bir kadın karakter ve başarılı psikiyatrist. Asıl çıkmaz da burada başlıyor. Böyle başarılı ve zeki bir psikiyatrist nasıl da yanı başında yaşanan bunca düğümü çözemiyor? Grace’in okul aile birliği toplantısında burjuva arkadaşlarına nispeten çok daha insancıl yaklaştığı Elena ile tanışması ve tüm hikayenin Elena’nın ölümüyle çıkmaza girmesi düğümleri daha da güçlendiriyor. Çoğu zaman kendisini eşinden koparamayan Grace’in sağlam duramayışına sinirleniyor, bazen de kendimizi onun yerine koyuyor ve karşımıza çıkan böylesine şok edici bir olayda nasıl davranabileceğimizi sorguluyoruz.

İlginizi Çekebilir: Sine Magger’dan The Undoing

Patrick Melrose

Bu diziyi neredeyse iki yıl önce Blu Tv’de izlemiştim. Edward St. Aubyn – Patrick Melrose kitabından uyarlama olan dizi 5 bölümlük bir dram. Aslında aynı zamanda kara mizah da kullanılmış diyebiliriz. Başrolde Benedict Cumberbatch bu dramı öyle başarılı yansıtıyor ki, kendinizi karaktere tüm kalbinizle üzülürken buluyorsunuz.

Dizi farklı zaman dilimi ve ve farklı mekanlarda geçiyor. Bir 80’lerin New York’una gidiyor, bir 2000’lerin İngiltere’sine dönüyoruz. Patrick Melrose görünüşte oldukça sert ve dik duran bir karakter. Fakat aslında tüm çocukluğu boyunca ilgisiz büyüyen, ihmal edilmiş, şiddet ve istismara uğramış, problemli bir yetişkin. Burada tüm problemlerin kaynağı aslında baba figürü. Patrick’in babası David Melrose, tüm ailesini kendisine itaat etmeye zorlayan, mesleği olan askerliği evde de devam ettirmeye çalışan, çocuklarına ve karısına istismarda ve şiddette bulunan, özellikle “birilerine muhtaç kalmama” konusuna kafayı takmış bir psikopat. Oğluna “kimseye muhtaç olmama”yı öğretmeye çalışırken öyle eziyetlerde bulunuyor ki, bazen ellerimle gözlerimi kapattığımı, sahnenin acısına dayanamadığımı hatırlıyorum.

Bu zorba karakterin altında ezilmiş olan karısı ise kendisi tamamen odasına kapatarak soyutluyor, alkole, eroine ve ilaçlara veriyor. Yarı uyuşmuş şekilde dolaştığından oğluna yeterli korumayı sağlayamıyor, annelik görevini yerine getiremiyor. Bu trajedi arasında yetişmiş problemli çocuk Patrick de yetişkinliğine kendini bu çocukluk travmalarının gölgesinden kurtaramıyor ve tüm imkanları arasında mutluluğu asla bulamayıp madde bağımlılığına sürüklendiğini izliyoruz. Benim gibi psikolojiyi ve ağır dramı sevenler için biçilmiş kaftan olabilir.

İlginizi Çekebilir: Boylebianektod .’dan Patrick Melrose

You

Obsesif kompulsif bozukluğun en bariz örneklerinden olan bu dizi, Caroline Kepnes’in “You” kitabının uyarlaması olarak iki sezonda karşımıza çıkıyor. Bu dizinin ilk sezonunu 2 yıl önce izlemiş ve bayılmıştım, ikinci sezonunu ise aynı beğeniyle geçen yıl Aralık ayında izledim. Her iki sezonda da başrolde çocukluğumuzun dizisi Gossip Girl’ün gizemli çocuğu Dan Humphrey (Pen Badgley) ile karşılaşıyoruz. Dan sezonlar boyunca biz dedikoducu kızın kim olduğunu düşünüp dururken şok edici şekilde “Gossip Boy” olarak karşımıza çıkmıştı. Aynı soğukkanlılığı You dizisinde de Joe Goldberg karakterinde görüyoruz.

Joe, obsesif ve psikopat bir karakter fakat bunu öyle başarılı gizliyor ki sevgi adı altında hayatındaki tüm kadınlara yaşattığı psikolojik şiddeti ve takıntıları hayretle seyrediyoruz. Dizi günümüzdeki korkunç “stalking” furyasını da gözler önüne seriyor. İnsanların sosyal medya sayesinde birbirleri hakkında ne kadar da çok bilgiye sahip olabildiği bizi ürkütüyor çünkü Joe kütüphanede tanışıp takıntı haline getirdiği kütüphaneci ve yazar Beck’i (Elizabeth Lail) sosyal medya sayesinde evine kadar takip edebiliyor. Beck kitap yazma, kütüphanecilik, öğrencilik arasında gidip gelen, ailesinden gerekli desteği görmeyen, Benji isimli genç bir iş adamıyla sürekliliği olmayan bir ilişkiye sahip genç ve güzel bir kadın. Bu kızımızın bir de kendisinden yüksek bir gelir düzeyine sahip kız arkadaş grubu var. Peach ise bu arkadaşları arasında en çok dikkat çeken oluyor çünkü Joe’nun nefretini kazanarak en büyük hatalarından birini yapıyor…

2. sezonda Joe’yu hatalarından ders almış ve aşktan kaçar vaziyette buluyoruz. Bu sezon, Beck’in Joe hakkında yazdığı kitabı piyasaya sürmesi ve kitaptaki cinayeti Joe’nun eski sevgilisi Candace’in açığa çıkararak intikam almak istemesiyle başlıyor. Bu sırada Joe kimliğini ve hayatını gizleyerek ülke değiştiriyor ve çalışmaya başladığı restoran Anavrin’in sahibi Love’dan uzak kalmaya çabalıyor. Ancak geçmişi peşini bırakmıyor…

İlginizi Çekebilir: Didem Aldemir’den You

Spinning Out

Buz patenine ilgisi olanların özellikle ilgiyle seyredeceği, görsel bir şölen yaratan yapım, aynı zamanda bir dram. 10 bölümlük bir mini dizi. Başrolde geçirdiği kaza sebebiyle başarısına gölge düşen ve korkuları sebebiyle buz patenine geri dönemeyen Kat Baker (Kaya Scodelario) ile tanışıyoruz. Yeniden düşmekten korktuğundan zor hareketleri yapacak potansiyeli olmasına rağmen psikolojik olarak kendini hazır hissetmiyor fakat bu hırs ve rekabetin içine çekiliyor. Tüm öğrencilerin başarılı ve göz önünde olmak için birbirlerini geri plana atmaya çabaladıkları bu rekabet ortamını, Kat’in gençliğinde çocuklarına hamile kaldığı için başarılı bir patenci olamamasını telafi etmeye çalışan ve çocukları üzerinde baskı kuran annesi Carol’ın perçinlediğini görüyoruz.

Psikolojik durumunun sağlıklı olmadığını kızlarının beslenmelerine kadar müdahale etmesi ve onlara gece yarısı karın üstünde antrenman yaptırmasından anlıyoruz fakat dizi ilerledikçe aslında bipolar (iki uçlu duygu bozukluğu) olduğunu anlıyoruz. Bu hastalık genetik olarak çocuklara da geçebildiğinden aslında normal gibi görünen karakter altında nasıl psikolojik problemlerin yattığını görmeye başlıyoruz. Kat’in Justin Davis ile patende eş olması, başta birbirlerinden hiç hoşlanmayıp gittikçe birbirlerinin hayatlarına dahil olduklarını izliyoruz. Bu diziyi izlerken öyle çok buz görüyorsunuz ki sürekli bir üşüme hissi yaşadığımı anımsıyorum. Dizi, spor üzerinden mental ve psikolojik rahatsızlıklar, genetik yatkınlıklar, fiziksel zorlanma, bedeni ve ruhu yıpratma ve bunların sonuçlarını gerçekçi bir şekilde yansıtılıyor.

13 Reasons Why

Artemis’in aynı isimli romanından uyarlama olan 13 bölümlük bir dizi. Bu dizide 17 yaşındaki lise öğrencisi Hannah Baker ile tanışıyoruz. Hikaye okulun öğrencilerinden Clay Jensen’ın kapısının önünde notlar ve kasetler dolu bir kutu bulmasıyla başlıyor. Her bir kasetten sonra bir sonraki kasete geçilmesi isteniyor ve hepsinde farklı bir öğrencinin Hannah üzerinde nasıl bir akran zorbalığı uyguladığını ve onu intihara sürüklediğini izliyoruz. Klasik bir ergen dizisi gibi görünen dizinin alt metinleri aslında çok daha derin ve aslında masum sandığımız gençlerin ergenlikte birbirleri üzerinde uyguladıkları psikolojik şiddeti görüyoruz. Bu diziyi izleyeli çok oluyor fakat izlerken de “inanılmaz” etkilendiğimi hissetmedim. Fakat vakit geçirmek adına izlemek isterseniz, çok da boş bir dizi değil.

İlginizi Çekebilir: Didem Aldemir’den 13 Reasons Why

What / If

Bu dizide hırslı ve tuttuğunu koparan kadın karakterlerle karşılaşıyoruz. Anne Montgomery (Renee Zellweger) başarı ve güç için her şeyi yapabilecek, zalim, zengin ve çok güçlü bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Fakat bazı sahnelerde onun da bazı çatlakları ve sırları olduğunu, hatta bazı zayıf yönlerini örtebilmek için karakterini bir kamuflaj olarak kullandığını görüyoruz.

Her şey Lisa’nın eşi Sean’ın barmenlik yaparken Anne ile tanışması ve Anne’in ona teklifi ile başlıyor. Sonrasında işin içine Lisa da giriyor ve Lisa’nın kurup batırdığı fakat asla vazgeçmediği biotech girişimi için Anne ile ortak oluyorlar. Fakat öncelikle Anne’in Lisa ve Sean’a yaptığı teklifi kabul etmeleri gerekiyor. Lisa’nın ilaç şirketinin de kökenleri hasta kardeşini ölümden kurtaramamasına dayanıyor, hatta bu girişimin psikolojik kökeni de bir telafi davranışı denebilir. Yıllardır başarısızlığına ortak olmuş, onu hep desteklemiş olan Cassidy’nin başından beri Anne’e karşı olan tutumunun haklılığını ise sonradan anlıyoruz. Çünkü bu karakterlerin aslında hepsi birbiriyle bağlantılı ve tanışmaları tesadüf değil… Anne karakteri bana gücün arkasında mutlaka zayıflık ve yalnızlık olduğunu bir kez daha kanıtladı, çünkü her zaman neyi ön plana çıkarmaya çalışıyorsak, aslında o bizde olmayan şeydir.

İlginizi Çekebilir: Sine Magger’dan Renée Zellweger Filmleri

Ratched

Guguk Kuşu adlı çok etkilendiğim filmden esinlenilmiş, akıl hastanesi temalı bir dizi… Üniversite yıllarım boyunca izlediğim, her sezonunu aylarca merakla beklediğim American Horror Story’i izleyenlerin, bu dizi mutlaka ilgisini çekecektir. Zaten Sarah Paulson gerilimi yansıtmakta bence çok başarılı; burada da hemşire Mildred Ratched rolünde ve American Horror Story’de korkunç olmayan fakat insanı gerim gerim geren, tüm hücrelerine kadar rahatsızlık hissi veren duyguyu burada da çok başarılı şekilde yansıtmış. Dizinin genel temaları aslında manipülasyon, akıl hastalıkları, çoğu mental hastalığın çocukluğumuza dayanan kökenleri ve zamanında akıl hastanelerinde uygulanan etik ve akıl dışı uygulamalar.

Dizi dört rahibin kilisede öldürülmesiyle başlıyor. Sonrasında neden öldürüldüklerini, kimin öldürdüğünü, Ratched’ın ısrarla hemşire olarak işe başlamak istediği akıl hastanesini ve tüm bunların nasıl zekice birbirine bağlandığını anlıyoruz. Bir gerilim dizisi olmasına rağmen çok üzücü ve göz dolduran kısımları var. Çocukların yaşadığı eziyetler ve bunların gelecekte yarattığı travmalar çok gerçekçi şekilde işlenmiş. Hatta her karakterde ayrı bir travma vücut bulmuş diyebiliriz, bu açıdan da psikolojiye ilgisi olan herkesin ilgiyle seyredeceği bir yapım. İlk sezonu 8 bölümden oluşuyor fakat henüz bitmiş değil. Bu bakımdan AHS’den ayrılıyor. Su gibi akıp gidiyor, hem rahatsız oluyor hem de inatla devam ediyorsunuz. Son bölümde çok heyecanlı bir şekilde yarıda kaldı, merakla ikinci sezonunu bekliyorum.

İlginizi Çekebilir: Zeynep Cemre Şahin’den Ratched

Alias Grace

Margaret Atwood’un aynı isimli romanından uyarlama bir dizi, Alias Grace. Margaret Atwood ismini daha önce sarsıcı bir kitap olan ve yine aynı isimle diziye uyarlanan Damızlık Kızın Öyküsü’nden hepimiz biliyoruz. Dizisini izlememiştim fakat kitabını çok sıkıcı bulmuştum. Anlatılan öykü ve acısı çok gerçekti fakat bitirene dek beni adeta boğmuştu. Alias Grace’e arkadaşımın tavsiyesiyle başladım ve açıkçası biraz önyargılıydım. Fakat son bölüme gelene kadar öyle ilgimi çekti öyle sürüklendim ki son bölümde koskoca bir hayal kırıklığı yaşayarak yine haklı olduğumu anladım. Margaret Atwood’da benim hoşuma gitmeyen olayların psikolojik temellerinin ayrıntılı ve ilgi çekici şekilde anlatılması fakat mantıklı bir sona ulaşmamaları. Her yazarın bir tarzı var ve belki ki bu yazarın tarzı da herhangi bir son hazırlamak zorunda olmadığını bize anlatmak…

Dizinin konusu Alias’ın kahya olarak çalıştığı evde Thomas Kinnear ve Nancy Montgomery’i öldürmekten yargılanması, akıl sağlığının yerinde olmadığı söylendiğinden akıl hastanesine yerleştirilmesi ve burada psikiyatristisi Simon Jordan’la iletişimi ve aralarında geçenler. Biz bu görüşmeler sırasında geriye dönüşler sayesinde Grace’in geçmişine dair bilgi sahibi olmaya başlıyoruz. Grace Marks (Sarah Gaden) çocukluğundan itibaren yaşadığı acılarla kalbimizi parçalayan ve güzelliğiyle kendine hayran bıraktıran bir karakter. Yaşadığı tüm acılar alkolik babasıyla başlıyor. Doğduğu evde eziyet görmeye, dayak yemeye, istismar edilmeye ve kötü davranılmaya alışıyor. Annesi de bu istismarın ve dayakların kurbanı olduğundan en büyük abla olarak küçük kardeşlerine annelik etme görevi ona kalıyor. Sonrasında annesinin ölümü sırasında aynı gemideki kadının Grace’e söylediklerinin onu tüm hayatı boyunca etkilemesi ve çalıştığı evde yakın arkadaş olduğu Mary’nin yaşadıklarına ve bir kez daha birinin ölümüne şahit olması travmaları ruhuna yerleşiyor ve Grace Çoklu Kişilik Bozukluğu yaşamaya başlıyor.

Aslında dizinin en ilgi çekici ve tüm olayları düğümleyen kısmı da burası. Grace gerçekten katil mi? Seanslar sırasında psikiyatrist ile danışan arasında olması gereken etik sınır nedir? Tüm bu soruların cevabı son bölüme kadar saklı ve cevabı öğrenmek için deliriyorsunuz. Fakat son bölüme geldiğinizde “Bu kadar başarılı analizleri olan bir dizinin hak ettiği son gerçekten bu muydu?” demeden edemiyorsunuz. Buna rağmen izlenmeye değer ve içinde öğrenilecek çok şey var.

The Stranger

Yine bir kitap uyarlaması. Harlen Coben’in aynı isimli romanından uyarlanan, son bölümüne kadar merak ve heyecan içinde bekleten, nabzı yüksek tutan, beyin fırtınası yaratan, başarılı bir yapım. Dizi yabancı bir kadının bir adama sır vermesiyle başlıyor. Bu yabancı Adam Price’a çok mutlu evliliğinin perde arkasında, karısının ona hamileliği konusunda yalan söylediğini ve hatta çocuklarının da ondan olmadığını söylüyor. Ve sonra bu kadının aslında çevredeki birçok kişinin “sırrına” sahip olup gerekli kişilere o sırları verdiğini görüyoruz. Ortada bir cinayet, atılan iftiralar, kirli hesaplar, soğukkanlı cinayetler, geçmişin kapanmamış defterleri ve karakterleri birbirine bağlayan sırlar var.

Tiny Pretty Things

Sosyal medyaya düştüğü anda yayılan ve övülen, benim de birçok beklentiyle başladığım fakat bu beklentileri ne derece karşıladığına emin olmadığım bir dizi. Sırlarla dolu, hayli başarılı bir dans akademisinde kendini çatıdan atan okulun en popüler öğrencisi Cassie’nin gizemli ölümü ile birçok öğrencinin hikayesine tanık oluyoruz. Hırslar ve rekabet ortamında ergenlerin birbirini nasıl zalimce harcayabildiğini, çıkar ilişkilerini, sakladıkları ve utandıkları yönlerini, cinsel yönelimlerini, yemek bozukluklarını, beden algılarını, kariyerleri uğruna çektikleri fiziksel acıları görüyoruz. Cassie’nin ölümünün bir intihar mı yoksa cinayet mi olduğunu öğrenmeye çalışıyor ve Cassie yerine okula burslu olarak alınan Neveah’ın kendini olayların tam ortasında bulmasını seyrediyoruz. Şahsi fikrim bale ile ilgilenenlerin belki bir nebze daha çok sevecekleri fakat ben kendi adıma çok sıkıcı buldum. 10 bölümü neredeyse sadece yarım bırakmamak için ve sonunu merak ettiğimden izledim. Başroldeki tüm karakterleri ise inanılmaz itici buldum. Özellikle Neveah…

Kapak Fotoğrafı: nme.com

İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan Mini Dizi Önerileri