Geçen cumartesi sabahı uyandım ve her şey normaldi. Kalp ritmim, açlık oranım, ruh halim, zihnimin bulanıklığı… Her şey tamamen nötrdü. Terlememiştim, gördüğüm rüyaları hatırlamıyordum, endişeli değildim, mutsuz değildim, rahatsızlık verecek biçime aç ya da tok değildim, yorgun değildim, ‘alert’ değildim; sadece uyandım. İlk düşündüğüm şey şu oldu: “Demek ki insanlar uyanınca böyle hissettikleri için onlara her şey bu kadar zor gelmiyor.” Eğer nörotipikseniz bu uyanışın neden bu kadar farklı bir deneyim olduğunu anlayamayacaksınızdır; eğer bahsettiğim şey rahatsız edici biçimde tanıdık geliyorsa muhtemelen bu yazıyı sizin için de yazdım.

Nörotipikler ve Diğerleri | Fotoğraf: unsplash.com/@mullyadii

**Nörotipik: Nörolojik gelişimi, durumları ve sosyal işaretleri değerlendirme becerilerini birçok insanın normal olarak algılayacağı durumlarla uyumlu kişiler.

Yaklaşık 9-10 yaşından beri eski model çekçekli bavul gibi hissediyorum. Babaannelerimizin kullandığı tekerleksiz, tahta, ağır, model değilim; durumun o kadar ciddi bir ağırlığı yok ama yeni model, insanların dik tutarken yanlarında taşıyıp rahatça yürüyebildikleri modellerden de değilim. Bayağı ağırım, kullanışlı sayılırım ama mutlaka güç kullanarak sürüklenmem ve çeşitli yüksek yerlerde daha fazla güç kullanarak kaldırılıp yerine geri konmam gerekiyor. Ben çeşitli ruh sağlığı sorunlarıyla birlikte ve yine de yeterli performansı gösterecek şekilde yaşayabilmeyi böyle özetliyorum.

Devam Etmek, İnfilak Etmek, Tanılar, Tanılar ve Tanılar

youtube play youtube play

Mental olarak zorlandığımı ilk fark ettiğimde 9 yaşındaydım. ADHD tanımı aldığımda 22 yaşındaydım. Üniversiteyi bitirmiş, mezun olmam için zorunlu olan Almanca dersini veremediğim için tek ders sınavına hazırlanırken aynı zamanda yeni bir şehre taşınmış, bir hukuk bürosunda staja başlamıştım. Staja başladığımda anksiyete atağı olduğunu anlamadığım şeyler yüzünden adliye koridorlarında yere çöküp dinlenmeye çalıştığım birkaç hafta geçirdim. Sonra bir sabah uyandım ve kesinlikle işe gidemeyeceğime emindim. Kalkıp işe gitmeyi geçtim; var olmaya halim yoktu. Güvenli odamda ve yorganın altı dışında hiçbir yerde olmak istemedim. Ailemi endişelendirme riskini ilk kez ve mecburen o gün aldım. Durumumu söyledim.

Doktor çocuğu olmanın ayrıcalığından faydalanılarak bir psikiyatrist ile görüşüldü ve soluk bir devlet hastanesinin psikiyatri servisinde alındı. Sırada beklerken yanımda otururken bacaklarını oynatmadan duramayan bir kadın vardı; bana doktorun çok iyi olduğunu ve kesinlikle de bana da iyi geleceğini söyledi. O an yaşadığım hissi bugün bile asla unutmuyorum ve aklıma ilk gelen şeyin bu olmasından çok rahatsızım ama tek düşündüğüm “Aman tanrım ben de bu kadın gibi olamam“dı. Sanırım ruh sağlığıyla ilgili sıkıntılarla en çok özdeşleştirebileceğim duygu utanç. Bu utancın kaynağı “normal” olamamaktan geliyor. Diğer insanlara çok kolay gelen bir takım şeylerin size (dönem dönem de olsa) çok zor gelmesi ve en çok da “başkalarına yük oluyorum” hissi utancı tetikliyor. Bu yüzden normal olmak için elinizden geleni yapıyorsunuz. Siz kendi içinizde yaşadığınız her zorluğun dile getirmeye değer olup olmadığını yüzlerce kez tartarken yardım istemeniz gerekiyor ve kendinize olan güveniniz zedeleniyor.

Fotoğraf: unsplash.com/@marilezhava

Ben o gün anksiyete tanısı ve ilaçları aldım. Sonra başka bir klinikte bütün kaçınma çabama rağmen ADHD testleri yapıldı. Tanı konuldu, onun için ayrıca farklı ilaçlar verildi. Depresyon tanısı konan dönemler oldu, onlara uygun başka ilaçlar verildi. İlginçtir ki yeme bozukluklarını terapiye gitmeyi kabul edecek yaşa gelene kadar kendi kendime büyük ölçüde aşmıştım. Beden dismorfik bozukluğu tanısı da kondu, ADHD ile ilişkilendirildi ve onu aşmak çok daha uzun sürdü. Zaten sonra “aşmak” diye bir şeyin olmadığını ve ruh sağlığıyla ilgili konuların bir başlangıç ve bitiş noktası da olmadığını öğrendim. Bojack Horseman’dan bir alıntı bu süreklilik halinin yarattığı hissi çok iyi anlatıyor diye düşünüyorum: “It gets easier. Everyday it gets a little easier. But you gotta do it everyday, that’s the hard part. But it does get easier.” (Kolaylaşıyor. Her gün daha kolay oluyor. Ama her gün yapmak zorundasın, zor kısmı bu. Ama kolaylaşıyor.)

Tahterevalliyi Dengede Tutabildiğin Sürece Varsın

Fotoğraf: Minneapolis Park History

Çalışma hayatı insanlardan uzun süredir yapay zekaya yaklaşmalarını bekliyor: Her gün belirli saatler arasında aynı verimde çalışma, mümkün olan en az hatayla mümkün olan en çok işi yapma bunların başında geliyor. Bir de elbette hem işte hem de diğer insan ilişkilerinde popüler olabilmek adına beklenen sosyal beceriler var: Ortamının dinamiklere gereğince hakim olma ama tespit edilen olumsuzluklardan çok da bahsetmeme, samimi ve kişisel detaylar paylaşarak insanı bir yakınlık yaratma ama ‘oversharing’den kaçınma, anlayışlı olma, sinirlenmeme, soğuk ve mesafeli olmama ama kendi sınırlarını koruyabilme… Kendi adıma konuşmak istiyorum ki “normal”in çok daha fazla detayı var tüm bunlara uyum sağlamak için ekstra çaba harcarken dengede tutmaya çalıştığım bir tahterevallinin üzerinde gibi hissediyorum.

Ne kadar farkındayız bilmiyorum ama tüm liberal söylemlerimize rağmen gittikçe tahammülsüz bir tür haline geldik. Yoga, meditasyon, pozitiflik kültürü sayesinde olumsuz duyguları ve özellikle de öfkeyi her gün ayıplıyoruz. Öfkenin tarih boyunca dünyayı daha iyi bir yere götüren tüm hareketlerin, devrimlerin ateşleyici gücü olduğunu unutmuş gibi davranıyoruz. Şimdi bu ayıplamalara spor yapmayan/yapacak hali olmayan, rafine şeker tüketmekten hoşlanan, erken kalkıp erken yatmayan, yüksek getirili kariyerleri tercih etmeyen, sosyal medyayı çok sık ya da çok nadir kullanan insanların hayatlarının yolunda gitmediğini düşünmek de eklendi.

Fotoğraf: unsplash.com/@joniludlow

Kendimize itiraf edelim: Bir arkadaşımız kilo aldığında ya da verdiğinde, saçını umulmadık bir renge boyattığında, altı ay içinde evlendiğinde, belli bir yaşın üzerinde olup evlenmediğinde, çok çocuk sahibi olduğunda, hiç çocuk sahibi olmadığında onda bir “gariplik” olduğunu düşünüyoruz. İnsanların her birinin bir puanı olduğu ve herkesin birbirinin puanına etki edebildiği Black Mirror bölümünün, dizinin en çok hatırlanan ve bahsedilen bölümü olmasının nedeni de işte tam olarak bu. “Normal”, “alışıldık”, “verimli” olabildiğimiz yani tahterevallinin dengesini bozmadığımız sürece varız.

Kanye mi Yoksa Pete mi?

Tüm bu sadece dengedeki insanlara saygı duyma snob”luğuna rağmen ne zaman ruh sağlığı konusunda konuşulsa “abartmaya çok da gerek olmadığını, herkesin ara sıra sıkıntılar yaşayabileceğinin ve bu tanı konma mevzusunun çok yaygınlaştığını” söyleyen birileri çıkıyor. Özellikle son kısımla ilgili haklı oldukları noktalar var o da bambaşka bir yazının konusu ama “acaba abartıyor muyum?” kaygısını çok uzun zaman yaşamış ve bu yüzden susmuş biri olarak söyleyebilirim ki eğer siz kendinizde “yanlış” bir şeyler olduğundan eminseniz muhtemelen “yanlış” ya da “farklı” bir şeyler vardır. Siz bu kadar emin olduğunuz halde hiçbir şeyiniz yoksa o zaman da niye böyle düşündüğünüzü çözmek gerekir. Çünkü “normal” insanlar yani nörotipikler hiçbir şeyleri olmadığı halde sürekli kendilerinde bir sorun olduğunu düşünmezler.

youtube play youtube play

Bununla birlikte, bence asıl önemli olan farklılıklarımızın isimlerinden ziyade onlarla nasıl baş ettiğimiz. Burada benim bir teorim var. Nörotipik olmayan insanlar ikiye ayrılır: Kanye West’ler ve Pete Davidson’lar! Kanye’ler farklılıklarının bilincinde olan ve imkanı olduğu halde ihtiyacı olan yardımı almayı reddedenler. Pete’ler farklılıklarının bilincinde olan ve buna ek olarak kendi tetikleyicilerini sezip tümüyle rotadan çıkmadan önce önlem alanlar. Pete Davidson PTSD ve BPD tanılarına sahip bir kişi olarak sıkıntılarıyla ilgili açıkça konuşuyor, ilaç kullandığını belirtiyor ve gerekli olduğunu düşündüğü dönemlerde kendi isteğiyle rehabilitasyon merkezlerine giderek yakın temas, profesyonel yardım alıyor. Ben kendi adıma Pete olmayı benimsedim ve buradan bu komik abimize iyi bir örnek olduğu için teşekkür etmek istiyorum. Kanye West sana da iki çift sözüm var: 40 küsür yaşında, yetişkin bir adam olarak kendi sağlığının sorumluluğunu dahi almayıp “Nasılsa dâhiyim ve zenginim bana mecburen katlanırlar” diyerek daha fazla yırtmazsın koçum. Neyse, konu dağılmasın. Bakın işte ADHD 🙂

No Shame in Medicine Game (Tıpta Utanma Yoktur)

youtube play youtube play

Birkaç ay önce Allison Raskin isminde çok sevdiğim bir infleuncer/yazarın “Overthinking About You” isminde bir kitabını okuyordum. Kitap, depresyon, OCD, ADHD, anksiyete gibi tanıları olanların romantik ilişkiler konusundaki deneyimlerine ilişkindi. Allison Raskin OCD tanısını 4 yaşında almış ve buna ek olarak pek çok diğer tanıyla birlikte uzun yıllar terapi aldıktan sonra kendisi de psikoloji alanında yüksek lisans yapmış bir kişi olduğu için kitabın bilimsellik ve kişisel anekdotlar dengesi gerçekten harikaydı. Beni en çok etkileyen bölümlerden biriyse Allison’ın antidepresana ilişkin deneyimi oldu. Özetle eğer semptomlarınız günlük yaşamınızın akışını etkiliyorsa medikal yardım alıyor olmanın utanılacak bir şey olmadığını çok güzel anlatıyor; ilginiz varsa kitabın tamamını okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

Sanırım ne zaman antidepresanlar ya da benzer ilaçlarla ilgili bir konuşma geçse birilerinden bunlara ihtiyaç olmadığına ve “doğal”ımı bozduğuna ilişkin öğüt dinliyorum. İlginçtir ki bu insanlar genellikle benim doğalım hakkında hiçbir fikri olmayan insanlar oluyorlar. Ben bunun toplumumuzdaki sorunların yüzde sekseni gibi empati eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyorum ve aslında mücadeleyi anlamayışlarını anlıyorum. Çünkü eğer kendiniz de benzer şekilde zorlanmıyorsanız ruh sağlığı sorunları konseptini anlamak zor. Örneğin; ciddi bir deprem fobisi olan annem bir akşam korkudan bizi arabada uyutmak istediğinde anksiyeteyi bizzat deneyimledi ve ona tam o anda her gün ve ortada bir tetikleyici yokken de böyle hissettiğimi söylediğimde ilk defa beni anladığını hissettim.

Benim “doğal”im dönem dönem yataktan çıkıp, duş alıp giyinmeyi bile çok zor bulmak, bu yazıyı bile anksiyete sebebiyle dört kez yarım bırakmak ve yayınlamamayı düşünmek, çalışırken eğer ‘hyperfocus’ modundaysam bir işi şaşırtıcı kadar kısa sürelerde ve kaliteli bir biçimde tamamlayabilmek ama diğer zamanlarda yeterince iyi için bile çok ciddi bir güç sarf etmek. Benim doğalım bazen üstümdeki giysinin cildimde yarattığı histen bile rahatsız olmak, kalabalık ortamlarda birkaç saat sonra ‘overstimulated’ halden arınabilmek için tuvalete gidip nefes egzersizi yapmak, bazı yiyeceklere dönemsel obsesyonlar geliştirmek ve bazılarınıysa dokusu sebebiyle ağzıma bile koymamak (bknz: Mantar, domatesin sulu kısmı). Özetle benim normalim hayatım boyunca (şanslıyım ki daha ağır ve sürekli şekilde değil) beni zorladı ve zorlamaya devam edecek.

Tüm bunlara baktığımızda her sabah güne “normal” koşullarda aynı becerileri gösterebileceğim insanlardan onlarca adım geride başlamak zorunda olmamın adaletli olmadığını düşünüyorum. Bir doktor bana yardımcı olabilecek bir öneride bulunuyorsa onu dinlerim çünkü eğer diyabet tanısı alsaydım da dinleyecektim. Zira ruhsal ya da fiziksel hiçbir sıkıntıdan korkmak ya da onu romantize etmeye çalışmak yardımcı olmuyor; beni çözüm odaklı modern tıbba emanet ediniz. Daha önemlisi, her şeyin organik ve doğalına takıntılı olunan bu dönemin insanlar için tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini düşünüyorum ki bu detaylarıyla başka bir yazının konusu ancak şunu söyleyebilirim; antidepresanımın henüz boğazımı tıkadığı olmadı ama bir gezide sineklerden korunmak için sürdüğüm süper doğal ve organik limon otu spreyi yüzünden az kalsın bayılıyordum 🙂 Günün sonunda Virginia Woolf’un haklı olduğunu düşünüyorum: “Blame it or praise it, there is no denying the wild horse in us.” (Suçlayın ya da övün, içimizdeki vahşi atı reddedemezsiniz)

Kapak Fotoğrafı: Unsplash.com/@averey