Picasso’nun, Freudyen bir psikanalist ile incelenebilecek; ciddi travmaları ve ruhsal sorunları olan bir mizojinist olduğu pekala iddia edilebilir. Öte yandan içinde ciddi bir gerçeklik barındıran bu iddia, söz konusu Picasso olduğunda indirgemeci ve sanatçının bir bütün olarak anlaşılmasını olanaksız kılan bir yaklaşımı da beraber getirir. Bu yaklaşımın şöyle bir tehlike içerdiğini düşünüyorum: Picasso’nun karmaşık karakterini anlamaya çalışmayıp, doğduğu, yetiştiği coğrafyanın ve dönemin mekansallığı ve zamansallığını yadsırsak sanat tarihinin çok önemli bir dönemi olan modernizmi ve modernist resmi de anlamakta zorluk yaşarız. Bu bağlamda tartışmalı bir şekilde ölümü üzerinden yarım asır geçmiş olmasına rağmen hala bize sanat ve yaratıcılık hakkında yeni şeyler söyleyebilen Picassoyu insanlığın anlaması ve hazmetmesi gerektiğini iddia ediyorum.

Sadece resim değil sanat tarihinin de belki de en çok tanınan ve bilinen; sanatla alakası olmayan genel kitleler için bile sanatta modernizmin temsilcisi ve simgesi Picasso, 50 yıl önce, 8 Nisan 1971 tarihinde, 91 yaşında yaşama veda ettiğinde 20. Yüzyıl’ın en etkili sanatçısı olarak tanımlanmıştı. John Berger’in 1965 tarihli ‘The Success and the Failure of Picasso’ (Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı başlığı ile Türkçeye de çevrildi) veya Adam Gopnik’in 1996 tarihinde The New Yorker’da yayınlanan ‘Escaping Picasso’ gibi çalışmaların eleştirileri ve sorgulamaları bir yana sanata getirdiği yenilikler sanatı ve dehası üzerinde hemen hemen tartışmasız bir uzlaşma olan ressamın ölümümün 50. Yılında en az onun sanatı kadar gündeme gelen bir konu daha var: Bir mizojinist ve bir canavar olarak Picasso.

Okuyanlar hatırlayacaktır; Avusturyalı yazar Peter Handke’nin Nobel Edebiyat Ödülü üzerine yazdığım yazının girişinde şöyle yazmışım:

“John Berger, sanat tarihinin en tartışmalı, aykırı, kapsamlı ve ilgi çekici biyografik çalışmalardan biri olan ‘The Success and Failure of Picasso’ (Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı) başlıklı kitabında bir sanatçının sanatı, politik ve toplumsal bağlamı ile birlikte kişiliği arasındaki ilişkiyi derinlikli bir şekilde analiz etmeye çalışır. Picasso gibi büyük bir deha üzerine yazmak gibi cesur bir işe girişen Berger’in yapıtını okurken o dönemde tam anlamıyla bir fırtına estiren #MeToo hareketi kapsamında Picasso’yu düşünmüştüm. Picasso yaşasa muhtemelen bu hareketten nasibi alırdı ve Germaine Pichot, Madeleine, Fernande Olivier, Eva Gouel, Gaby Depeyre, Emilienne Geslot, Irena Lagut, Olga Khoklova, Sara Murphy, Marie-Therese Walter, Dora Maar, Francoise Gilot, Jacqueline Roque, Sylvette David ile birlikte adını bilemediğimiz ‘Me Too’ diyecek farklı kadınlar çıkıp Picasso ile ilişkileri hakkında kamuoyuna açıklamalar yapardı. Nitekim bunlar arasında en cesur olanı Francoise Gilot Picasso’yu terk etti ve onunla geçirdiği yılları ‘Life with Picasso’ başlıklı bir otobiyografik kitapla anlattı.”

Bu öngörüm gerçekleşti ve #metoo Picasso’yu ölümünün 50. Yılında yakaladı. Hareketin ilk çıktığı yıllarda (2018) Michelle Hartney gibi bazı aktivist sanatçılar hareketin nefret nesnesine dönüşmeye Picasso’dan daha erken bir dönemde başlayan bir diğer büyük deha Paul Gauguin ile birlikte Picasso’yu da hedef almaya başlamışlardı. Hatta ondan önce 2016’da Ellison Sady Doyle, Elle Dergisi’nde yazdığı ve “bir erkek  sanat adına ne kadar ileriye gidebilir ve kaç kadını sanat adına incitebilir” diye sorduğu yazısında ressamın Dora Maar ve Francoise Gilot’a uyguladığı kaba kuvvet ve fiziksel şiddetten bahsetmiştir. Geçtiğimiz bir kaç yılda Gauguin’in sanatının büyüklüğünden bağımsız olarak saygınlığının tartışmalı bir hale gelmesi belirli oranda başarıldı (Gauguin ile ilgili tartışmada ırkçılık ve 13-14 yaşındaki kız çocuklarıyla evlenmesi gibi daha ciddi konular söz konusu) ama Picasso dokunulmazlığını korumaya devam etti.

#metoo radikalleri tarafından yürütülen cadı avında kazana atılma şansı sanatçının ölümünün 50. Yılı’nda elde edilmiş gibi gözüküyor. Picasso’nun #metoo hareketinin misyonu içinde en büyük hedeflerden biri, hatta birincisi olduğunu söylemek zor değil. 50. Yıl Ölüm döneminde, başka bir deyişle başta İspanya ve Fransa’da olmak üzere, tüm dünyada en üst düzeyde anılacağı bir tarihsel dönüm noktasında, #metoo aktivistleri sanatçının mirasına zarar verebilirlerse şu ana kadar elde ettikleri en büyük başarıyı gerçekleştirecekler, hatta belki de bundan sonra aşılamayacak bir seviyeye ulaşacaklar.

Picasso’nun yaşamı ile biraz haşır neşir olanlar; sanata ve ressama ilgi duymasa bile bir şekilde James Ivory’nun, Arianna Stassinopoulos Huffington’un Picasso biyografisi ‘Picasso: Creator and Destroyer’ ve 1943-64 yılları arasında Picasso’nun ressamla birlikte yaşayan ve iki çocuğu Claude ve Paloma’nın annesi Françoise Gilot’un ressam ile geçirdiği yılları anlattığı ‘Life With Picasso’ anı kitabından ilham alan 1996 tarihli Surviving Picasso filmini seyredenler ressamın insan olarak, hele de söz konusu kadınlarsa öyle sevilesi biri olmadığı bilirler. Yaşamına giren hemen hemen tüm kadınları ruhsal olarak tüketmiş; onlara insan olarak değer vermemiş, ona çocuk doğuran bir tür damızlık nesne gibi görmüş (Surviving Picasso filmi seyredenler hatırlayacaklardır; Picasso Gilot’a “bir kadın benim kadınım olacaksa bana çocuk doğurmalı” der.) bir maçodur Picasso en yumuşak deyişle. Torunu (en büyük ikinci çocuğu Maya’nın kızı Diana) bile dedesini ‘canavar’ olarak tanımlar.

Picasso’nun, Freudyen bir psikanalist ile incelenebilecek; ciddi travmaları ve ruhsal sorunları olan bir mizojinist olduğu pekala iddia edilebilir. Öte yandan bu, söz konusu Picasso olduğunda basit ve sanatçının bir bütün olarak anlaşılmasını olanaksız kılan bir yaklaşımı da beraber getirir. Bu yaklaşımın şöyle bir tehlike içerdiğini düşünüyorum: Picasso’nun karmaşık karakterini anlamaya çalışmayıp, doğduğu, yetiştiği coğrafyanın ve dönemin mekansallığı ve zamansallığını yadsırsak sanat tarihinin çok önemli bir dönemi olan modernizmi ve modernist resmi de anlamakta zorluk yaşarız. Bu bağlamda tartışmalı bir şekilde ölümü üzerinden yarım asır geçmiş olmasına rağmen hala bize sanat ve yaratıcılık hakkında yeni şeyler söyleyebilen Picassoyu insanlığın anlaması ve hazmetmesi gerektiğini iddia ediyorum.

Dehasının, sanata getirdiği yeniliğin ve yaratıcılığının sonsuzluğunun farkında olan Picasso, bu dehadan sürekli beslenen egosu dolayısıyla onu dipsiz bir narsisizme sürükleyen ve oradan çıkmasına izin veremeyen bir karaktere sahiptir. Ressamı, onun gibi bir Endülüslü olan Antonio Banderas’ın canlandırdığı National Geographic’te yayınlanan Genius:Picasso başlıklı belgesel-diziyi seyredenler şu satırları hatırlayacaklardır: “Ben çocukken annem bana, ‘Asker olursan general olursun; şayet bir keşiş olursan, Papa olacaksın’ demişti. Onun yerine ressam oldum ve Picasso oldum.”

Picasso’nun sanatı Picasso olduğu için var olmuştur. 19. Yüzyıl İspanyası’nda  Malaga’da, Endülüs’te kendi sözleriyle “küçük bir bardak can suyundan; Málaga’nın onun soyunu sürdüren, başı yasemin çiçeklerinden bir taçla bezeli boğası Percheles’te, on beş yaşında bir kızın kızının kızı olarak dünyaya gelen anneden” doğmuştur ve kadınlarla ilişkileri sorunlu hemen her erkek gibi o annesine sonsuz şekilde bağlıdır.  Bir keresinde Gilot’a “kadınlar ya paspastır ya da tanrıça” der. Elbette annesi tanrıçaların en büyüğüdür onun için. O kadar ki tablolarını annesinin kızlık soyadı ile imzalar. 1938’de ölen annesinin cenazesine İspanya İç Savaşı yüzünden katılamaz. Bunun onun üzerinde ileriki yıllarda olumsuz bir etki yapmamış olması düşünülemez.

Picasso’nun yaşamındaki diğer tanrıçalar ise çok bağlı olduğu iki kız kardeşidir: Lola ve Conchita. Conchita, 7 yaşındayken ki Picasso 14 yaşındadır, difteriye yakalanır. Tedavi için ihtiyacı olan serum Paris’ten sipariş edilir. Çok bağlı olduğu ve çok sevdiği kardeşinin hastalığı sırasında Picasso tanrıya bir yemin eder: Şayet kardeşi yaşamaya devam ederse bir daha resim yapmayacaktır. Resim yapmayı bırakır ama serum zamanında yetişemeyince kardeşi ölür. Francois Gilot, Picasso’nun bu yemini sadece yaşamına giren birkaç kadına anlattığını söyler. Ressamın en kapsamlı biyografilerinden birine imza atan John Richardson’un yine Gilot’tan aktardığına göre de bu yemin ressamın kadınlara davranışının nedenlerinden biridir. Keza, Gilot ressam bu olayı kardeşinde olduğu gibi tüm kadınların sanatı için sanatının sunağında kurban olması gerektiğine yönelik bir uyarı gibi algıladığını ifade eder. Madem tanrı en sevdiği kişiyi resim yapmayı bırakmasın diye kurban etmiştir o zaman sanatın devamı için sürekli bir kurban bulmak lazımdır. Picasso’nun ölümüne kadar durmadan yorulmadan sonsuz bir azim ve istekle çalışmasının nedenlerinden biri de bu yemindir muhtemelen.

Pek çok büyük sanatçı ve deha gibi davranışları, düşünceleri uçtan uca savrulur. Francois Gilot’un yanağında sigara söndürmek isteyen adam da odur “insanlardan sanattan ne anlamak istiyor; fakat niçin bir kuşun şarkısının manasını anlamak istemiyorlar” diyecek kadar duyarlı ve naif gözüken adam da. Kızı Maya’nın ilk adımlarını attığı günü ölümsüz bir başyapıta dönüştürecek tabloyu yapan; o tabloda kızının saçının kıvrımlarını sonsuz bir şefkatle çizip o gün giydiği pembe patikleri ömrünün sonuna kadar saklayan bir babadır ama aynı zamanda tek resmi eşi, en büyük çocuğu Paulo’nun annesi Olga Khokhlava’yı ruhsal olarak tüketir, Dora Maar’a fiziksel şiddet uygular.

Kişisel travmalarına, dehası ve çalışkanlığı doğrultusunda büyüyen etkisi ve ünü; çevresindekilerin ona gösterdiği tapınma derecesindeki ilgi ile sanat dünyasının genel anlamda sanat söz konusu olduğunda bazı kabahatleri görmezden gelen hoşgörülü tavrı de eklenince Picasso, neredeyse sanatı ile ördüğü bir kozanın içinde yaşamaya başlamış; pervasızca sadece kendisi odaklı bir yaşam sürmüştür. En yakın dostu, sırdaşı, kişisel sekreteri ve tüm idari-finansal işlerinin tek sorumlusu Jaumes Sabartes dışında, ki 1935’den Sabartes’in 1968’deki ölümüne kadar ressamın en yakınındaki kişidir ve ressamın gölgesinde kalmış gibi gözükmesine rağmen yazıları ve çalışmaları ile bugünkü Picasso mitosunun oluşmasına en büyük katkıyı yapmış kişilerden biridir, kimse ile yakın bir ilişki kurmamıştır.

Yaşamı süresince de, sevgilileri ve çocukları ile geçirdiği kısa dönemler ve anlar dışında, sürekli sanat düşünmüş, sanatını da her şeyin ve herkesin üzerinde tutmuştur. Sadece ve sadece çalışmak; resim-heykel-baskı-seramik yapmak için doğmuştur adeta. Kişliğinin ve davranışlarının bu derece sert ve yıkıcı olmasının ana nedenlerinden biri, belki de en önemlisi 75 yıla yayılan sanat yaşamı boyunca sanat ile kurduğu bu ilişkidir. Şöyle der bir keresinde: “Bir resim hiç bitmez… Bir resmi bitirdiğim gün benim de bittiğim gündür.” Klişe bir söz vardır ya ‘savaşta ve aşkta her şey mübahtır’… Sanat Picasso için hem kendisiyle hem içinde yaşayan şeytanları ile hem de hayatına giren kadınlarla büyük bir savaş verdiği kanlı bir cephedir hem de büyük bir aşk yaşadığı sonsuz bir karanfil bahçesidir. Picasso ahlaksız bir adam olabilir ama sanat bir ahlak işi değildir… Ve kan da karanfil de kırmızıdır…

Kapak Fotoğrafı: Pablo Picasso Woman in a Green Hat, 1947

İlginizi çekebilir: Tuğçe Ridpath’ten Guernica Tablosu