Tiyatroyla bir ilişkisi olan herkes bunun kitaplarla olana benzer bir şekilde ilerlediğini bilir. Tıpkı çok okunan dönemler ve ‘reading slump’ dönemleri olduğu gibi tiyatroda da art arda oyunlar izlediğiniz ya da uzak kalıp vicdan azabı çektiğiniz dönemler yaşanabiliyor. Bundan yıllar önce reading slump’tan çıkmanın en iyi yolunun gerçekten keyif aldığınız, okumak zorunda olduğunuz için değil okumak istediğiniz için okuduğunuz kısa ve keyifli kitaplar seçmek olduğundan bahsetmiştim. Şimdi de ‘theatre slump’a girenler için benzer bir şey önermek istiyorum: İzlemekten keyif alacağınız, hatta tercihen bolca güleceğinizi, size mesajını gözünüze parmakla sokarak değil zihninizi yormadan veren, büyük prodüksiyonlara ihtiyaç duymayan oyunlar seçmek bence bu duruma en iyi ilaç. Yakın zamanda izlediğim “On Yıl Sonra” da tam böyle bir oyun oldu ve bana bir akşamı kendime ayırıp gülmenin ne kadar iyi bir ‘self-care’ yöntemi olduğunu anımsattı.

Oyuncu olanlar da dahil olmak üzere ne zaman tiyatro seven arkadaşlarımla konuşsam pandemi sonrası oyun izleme ivmemizi geri kazanamadığımızdan söz ediyoruz. Çok yoğun geçen birkaç haftanın ardından bir cumartesi akşamı kendimi sürükleyerek götürdüğüm “On Yıl Sonra” benim için tam olarak bu çizgiyi kıran oyun oldu. Rüştü Onur Atilla, Özgün Bayraktar ve Doğan Akdoğan‘ın rol aldığı bir romantik komedi “On Yıl Sonra”. Yazarı David Foenkinos ve oyun son birkaç yılda çok konuştuğumuz “romcom” nostaljisine tiyatro sahnesinde cevap veriyor.. Bunda oyuncuların arasındaki uyumun ve komedi zamanlaması konusundaki yeteneklerinin rolü büyük elbette ama ben oyunu izlerken aklımda bir düşünce çok keskindi: Herhangi bir eserden keyif almak için “büyük” şeylere o kadar da ihtiyacımız yok.

Serkan Keskin’in de bir röportajında söylediği gibi Türkiye’de son dönemde Broadway tarzı oyunların öne çıkabildiğini görüyoruz. Büyük prodüksiyonlar, kostümler, danslar, tanınır oyuncular… Genelde anlamda herkesin ve her şeyin başından sonuna dek “güzel” göründüğü bu oyunlar elbette keyifli ama tıpkı sosyal medyadaki gibi her şeyin büyük büyük olduğu bu örneklerin arasında sade bir şeyler izleyebilmek ayrıcalıklı hale geliyor. Bence On Yıl Sonra da bunun güzel bir örneği.

Klasik bir aşk üçgeni gibi başlayan oyun, zaman ilerledikçe bundan fazlası olduğunu fark ettiriyor. On yıldır görüşmedikleri bir arkadaşlarını akşam yemeğine davet eden çiftin karaktere karşı mahcubiyeti fazlasıyla anlaşılır halde giriş yapıyoruz hikayeye. Oyun ilerlerken zamanda atlamalar başlıyor ve ilişkilerdeki roller birden çok kez değişiyor. Aslında bu değişimler sadece komedi unsuru olmaktan daha fazlası çünkü bunlarla birlikte bir kişinin aynı hikayenin içerisinde bile kendini bambaşka rollerde bulabileceğini fark ediyoruz. Egonun kırılganlığını yeniden keşfediyoruz. Sadece sahnede değil gerçek yaşamda da aşk hikayeleri için sorgulanan “ya onu değil de bunu seçseydim” senaryolarının hepsine yanıt bulurken; elde olanın, rutine binenin sıkıcılığı, insan ilişkilerindeki esneme payları, güven arayışı ve macera arayışı arasındaki içsel sorgulamalar zihni yormadan, organik bir biçimde karşımıza çıkıyor.

Oyun boyunca Özgün Bayraktar’ın canlandırdığı karakter üzerindense ‘good girl’ sendromunun devinimini ve sonucunda da kırılma noktasını görme şansı yakalıyoruz. Kreşendosu bol, mütemadiyen “cool” olma kaygısı taşımadan derdini anlatabilen ve özgürce gülme rahatlığı yaratan bir oyun arıyorsanız On Yıl Sonra‘yı takviminize ekleyin derim.

Kapak Fotoğrafı: Instagram.com/tiyatro.dan

İlginizi çekebilir: Halil Şimşek’ten Terörizm