Kavur’un en duygusal ve belki de en sevilen filmi Kırık Bir Aşk Hikayesi’’nin Türk Sineması’nın en duygusal, en etkileyici sonlarından biri olan finalinde Fuad (Kadir İnanır), Aysel’e (Hümeyra) “(…)Ben seni hiç unutmadım. Mutluluk yanımızdan gelip geçti” der ya ben de Ömer Kavur ile buluştuğumuz o günü hiç unutamadım ve hastalığından dolayı çok mutlu, sinema dolu bir gün geçirme umudum tıpkı Fuad ve Aysel’in yanından geçen mutluluk gibi benim de yanımdan geçip gitti; ara ara hatırladığım buruk bir anı olarak kaldı.

Ömer Kavur
Ömer Kavur | Fotoğraf: T24

“(…)Bireyin iletişimi ya da iletişimsizliği; dolayısıyla yalnızlığı… çünkü yalnızız… Kimi daha fazla yalnız, kimi daha az yalnız ama hepimiz yalnızız.” (Ömer Kavur)

Uzun zaman beraber çalıştığım, benim için iş hayatıma atıldığım ilk yıllarda yol gösterici bir yönetici, bir iş arkadaşı olmanın çok ötesinde bir dost bir abla olan Emine Çağan ile ofiste Türk Sineması üzerine konuşurken Ömer Kavur’un en sevdiğim Türk yönetmen olduğunu ve Anayurt Oteli’nin de en sevdiğim Türk filmi olduğunu söylediğimde bana hiç beklediğim bir karşılık vermişti: “Ömer, Yücel’in (rahmetli eşi) çok yakın arkadaşı. Konuşayım, isterseniz bir buluşma ayarlasın.” Elbette duyduğum anda beni çok heyecanlandıran bu sözlerin üzerinden birkaç gün geçtikten sonra buluşmanın gerçekleşmesinin pek de mümkün olamayacağını düşünerek konuyu aklımdan çıkarmıştım. Kavur’un o dönemde kanserinin ilerlediğini biliyordum. Sonra hiç beklemediğim bir şey oldu ve bir gün Emine beni çok şaşırtan ve sevindiren bir haber verdi. Yücel Abi’nin görüşmeyi ayarladığını; cumartesi günü gerçekleşecek görüşmeye diğer çok yakın arkadaşları, sadece Türkiye’de değil, uluslararası camia da çok önemli bir uluslararası hukuk uzmanı olarak kabul edilen, büyükelçi-milletvekili Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı’nın da geleceğini söyledi. Hüseyin Hoca, Yücel Abi’nin Galatasaray Lisesi’nden sınıf arkadaşı. Paris’te öğrenciyken de beraber kalmışlar. Ömer Kavur da Paris’e sosyoloji, sinema ve gazetecilik okumaya gittiğinde onlara katılmış ve bu kafadar üçlü üniversite yıllarını Paris’te beraber geçirmişler. Sonrasında da kariyerleri bambaşka alanlarda ve hatta ülkelerde devam etmiş olsa da dostlukları devam etmiş.

Klişe tabirle yazdan kalma bir cumartesi sabahı, Yücel Abi’nin yakın bir arkadaşının Sultanahmet’teki otelinin teras katında ben, Yücel Abi, Hüseyin Hoca, Ömer Kavur ve Galatasaray mezunun hukukçu bir yakın arkadaşım buluştuk. Ömer Kavur ilerlemiş hastalığından dolayı mustarip bir haldeydi ne yazık ki. O kadar sıcak olmasına rağmen montunu çıkarmadı; sanki fiziksel olarak değil ruhsal olarak da üşüyordu. Yüzü çok soluktu ve yüzünde yer yer gölge gibi de olsa seçilebilir morluklar ve adeta bir tür iç kanama belirtileri gibi ince ince kırmızılıklar vardı. Ve maalesef lenfomanın (Lenf kanserinin), bir başka belirtisi, etkisiyle hissedilir bir biçimde nefes almakta zorluk yaşıyordu. Rahmetli, o da çok kısık bir sesle, bütün gün boyunca ancak bir iki kelime edebildi. Hiç unutmam ki aklıma geldikçe hala hüzünlenirim, ona bence Türk Sineması’nın en büyük yönetmeni ve Anayurt Anayurt Oteli’nin gelmiş geçmiş en iyi filmi olduğunu  söylediğimde bana ancak içten bir gülümseme ile cevap verebildi.

O gün ağırlıklı olarak Yücel Abi’nin, Hüseyin Hoca’nın ve Ömer Kavur’un Paris’teki öğrenci günlerini ve 1968 Paris Öğrenci Olayları sırasındaki maceralarını dinlemekle geçti. Yücel Abi’nin, ki kendisini de maalesef iki sene önce Covid’ten kaybettik, 68’in en önemli öğrenci lideri olan, sonrasında da AB nezdinde çok etkili bir siyasetçi olarak uzun süre Avrupa Parlamentosu’nda Yeşiller Grubu’nun liderliğini yapan ‘Kızıl Danny’ Daniel Conh-Bandit’i polisten kaçıp sığındığı kafeden nasıl zorla çıkardığını anlatmasına çok gülmüştük. Hüseyin Hoca da özellikle başta uzmanı olduğu Kıbrıs Meselesi olmak üzere farklı uluslararası konular hakkında aydınlatıcı bilgilerle bize farklı perspektifler kazandırmıştı. Ömer Kavur ile fiziksel olarak tanışmaktan çok memnundum; lakin hem hastalığının çok ilerlemiş olduğunu görmekten hem de Ömer Kavur ile karşı karşıya olmama rağmen sinema ve film konuşamamaktan dolayı çok üzülmüştüm. Çok iyi vakit geçirmiş olmama rağmen günün sonunda oradan buruk ayrıldım. O buluşma üzerinden bir süre geçtikten sonra da Emine bir sabah ofise geldiğimizde acı haberi verdi: “Ömer’i kaybettik…”

Kavur’un en duygusal ve belki de en sevilen filmi Kırık Bir Aşk Hikayesi’’nin Türk Sineması’nın en duygusal en etkileyici sonlarından biri olan finalinde Fuad (Kadir İnanır), Aysel’e (Hümeyra) “(…)Ben seni hiç unutmadım. Mutluluk yanımızdan gelip geçti” der ya ben de Ömer Kavur ile buluştuğumuz o günü hiç unutamadım ve hastalığından dolayı çok mutlu, sinema dolu bir gün geçirme umudum tıpkı Fuad ve Aysel’in yanından geçen mutluluk gibi benim de yanımdan geçip gitti; ara ara hatırladığım buruk bir anı olarak kaldı.

Uzun zamandır Türk Sineması üzerine bir dizi yazı üzerine çalışıyorum. Bu dizinin ilk yazısını The Magger’da Metin Erksan üzerine yayınlamıştım. O yazıda yazdığım gibi Türk sineması ile kurduğum kişisel ilişkide Erksan ile birlikte Kavur’un da çok ayrı bir yeri var. Erksan sonrasında Ömer Kavur üzerine  bir yazı planlamış ve çalışmaya başlamıştım ki theMagger’da Halil Şimşek’in yönetmen Fırat Özeler ile ‘Kavur’ belgeseli üzerine yaptığı röportajı okudum. Yurtdışında yaşadığımdan dolayı maalesef belgeseli uzun bir süre seyretme olacağına sahip olamayacaktım. Ayrıca Mayıs ayı Kavur’un ölüm yıldönümü (12 Mayıs). Tüm bu etkenleri göz önüne alarak yazıyı yayınlamayı planladığım tarihten daha önceye çektim. İtiraf etmem gerekirse kendi standartlarımda aceleye getirdiğim bir yazı oldu ama öte yandan bekleseydim de zamanlama açısından uygun olmayacaktı.

Ömer Kavur ile buluştuğumuz o gün Yücel Abi Kavur’a esprili bir şekilde “Ömer hep anlaşılmaz filmler yaptın. En sevdiğim filmin ki en anladığım filmindir, Yatık Emine demişti. Ben de gülerek “Yatık Emine benim de Ömer Bey’in en sevmediğim filmdir” diye konuya dahil olmuştum. Öncelikle şunu ifade ederek devam edeyim yazıya: Diğer 12 filmi bir yana, Ömer Kavur sadece Anayurt Oteli (1987) ve Gizli Yüz’ü (1991) çekseydi bile biz bugün onun hakkında yazıyor ve konuşuyor olurduk. Yönetmenin üçüncü filmi olan ve sinematografisi içinde bence ilk ciddi dönüm noktasını oluşturan Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981) ve Gece Yolculuğu (1987) ile birlikte Magnum Opus dörtlüyü oluşturan bu iki sinema şaheseri Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak (2002) ve Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) yapıtları ile birlikte Türk Sineması’nda sanat sinemasının şahikasını temsil etmektedir.

İlk filmi olan ve Refik Halit Karay’ın Memleket Hikayeleri’nden uyarlanmış Yatık Emine (1974) sonrasında çektiği ikinci filmi Yusuf ile Kenan (1979) dikkate alındığında Kavur’un bu filmlerinin temel boyutunun ‘toplumsal’ olduğu söylenebilir. Hele Yusuf ile Kenan, 70ler Türkiyesi’nin önemli sorunları arasında yer alan göç, şehirleşme, kent yoksulluğu ve çocuk istismarı gibi konuları kapsayan, eski klişe tabirle tam bir ‘toplumcu’ filmdir.

12 Eylül 1980 askeri darbesi Türk Sineması için çok büyük bir dönüm noktasıdır ve sinemanın pek çok yönetmeni için geçerli olan durum Ömer Kavur için de geçerli olmuş ve darbe sinematografisinde dramatik bir değişikliğe yol açmıştır. Burada Kavur’un sinema anlayışının tamamen 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi yüzünden değiştirdiğini iddia etmiyorum ama Türk Sineması’nda meydana gelen bu genel paradigma değişikliğinin Ömer Kavur’un asıl sanatçı benliğine dönmesinde ve sanatının olgunlaşmasında oynadığı hızlandırıcı rolün altını çizmek istiyorum.

Yavuz Turgul’un, benim için Muhsin Bey ile birlikte bir diğer başyapıtı olan, 1990 tarihli Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filminde Şener Şen’in canlandırdığı ve Türk Sinema Tarihi’ne iz bırakmış karakterlerinden birine dönüşen Haşmet Asilkan kıskanç bir öfkeyle Türkiye’deki kültür-sanat ortamınına “diplomat çocuklarının kolej mezunlarının” hakim olduğunu söyler. Bu ifade aslında tam da Ömer Kavuru tanımlamaktadır: Dedesi Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde büyük vilayetlerde valilik görevlerinde bulunmuş önemli bir bürokrat; babası ve amcası da büyükelçilik yapmış diplomat olan Ömer Kavur Robert Kolej ve Kabataş Erkek Lisesi’nde orta öğrenimini tamamladıktan sonra yüksek öğrenim için Paris’e gider. Conservatoire Libre du Cinéma Français‘de sinema, Sorbonne Haute École du Journalisme‘de gazetecilik ve sosyoloji okur. Paris Üniversitesi’nde gerçekleştirdiği sinema tarihi yüksek lisansı sonrasında ‘yeni roman’ akımının öncüsü, 20. Yüzyıl avant-garde edebiyatın ve sinemasının en önemli isimlerinden yazar-yönetmen Alain Robbe-Grillet ile çalışma imkanı bulur.

Kavur’un, burjuva kökenli yapay sol entelijlensiyadan veya İngilizler’in tabiriyle şampanya sosyalistlerinden farklı olduğunun altını çizmek önemlidir. O, tıpkı, sinematografik açıdan birinci dereceden çok yakın kuzeni sayılabilecek Michelangelo Antonioni gibi, geldiği yüksek sınıftan bağımsız olarak gerçek bir auteur; örneğin Fellini, Visconti, Wajda, Kieslowski, Tarkovsky, Bergman, Truffaut veya Rohmer gibi dünyayla, yaşamla ve insanlıkla dertleri olan gerçek bir sanatçı, gerçek bir sinemacıdır. Onun yapıtları 1980 sonrası Türk Sineması’nı eleştirmek, hatta alaya almak için kullanılan ‘entel film’, ‘bunalımlı entellerin sineması’ gibi tanımlamaları ve maalesef bu tanımlamaları da hak eden kötü filmlerin anti-tezidir. ‘Art-House’ Türk Sineması’nda gerçek anlamını Ömer Kavur filmleri ile bulmuştur demek çok da iddialı bir ifade olmayacaktır. Öte yandan Kavur, filmlerinin sıradan seyircinin içine girmesini zorlaştıran içeriğine, üslubuna ve anlatım yapısına rağmen üstten bakışçı, ‘yüksek sanat’ verimi ortaya koyan bir auteur ukalalığına da kapılmaz. 2003 yılında gerçekleştirilen bir programda verdiği röportajda Karşılaşma (2002) filminin aldığı ödüllere yönelik gelen bir soruya “(…)çünkü önemli olan, en büyük ödül, halkın filminize göstereceği ilgidir” cevabını verir.

Kavur sineması stilize bir anlatım-mizansen ustalığına olduğu kadar belirli izlelere de dayanır ve bu izlekler onun sinemasının en ayırt edici özellikleri arasında yer alır. Yolculuk bu izleklerin en belirgin olanıdır. Bu yolculuk kahramanlarının dış dünyada fiziksel olarak da yaptıkları ama asıl iç dünyalarına doğru bir hesaplaşma bir varoluşsal sorgulama içinde girdikleri içsel bir yolculuktur. Kavur sinemasında yolculuk o kadar belirgindir ki üç filmi ‘Amansız Yol’, ‘Gece Yolculuğu’, ‘Akrebin Yolculuğu’ başlıklarında doğrudan bu izleği taşır. Kırık Bir Aşk Hikayesi, ana karakter Aysel’in seyahati ile başlar ve onun seyahati ile biter. Ah Güzel İstanbul’da baş erkek karakter Kamil (Kadir İnanır) bir uzun yol kamyon şoförüdür. Gizli Yüz’de ana karakterler kadın (Zuhal Olcay) ve fotoğrafçı (Fikret Kuşhan) İstanbul’dan sonra kasaba kasaba bir yolculuğa çıkarlar ve o seyahatler kasabalarda olduğu gibi saat kulelerinde sona erer. Saatler, Cemal Süreya’nın dediği gibi Çini vurmaz Kavur filmlerinde. O saatler, adeta farklı bir evrendeymiş gibi akan ve hatta kimi durumlarda da duran zamanı gösterir. Kavur’un sinematografik evreninde saatler ve zaman da de kahramanlar gibidir. Gizli Yüz’de fotoğrafçı, kasabanın saatçisine (Savaş Yurttaş) “Bu kasabada vakit nasıl geçer” diye sorduğunda şöyle bir cevap alır: “Geçmez. Ölene kadar vakit geçsin diye beklersin.”

Kavur’un sinemasında İstanbul’un arka sokakları ve kenar mahalleleri ile birlikte ama özellikle de kasabaların ana mekanlar olmasının elbette nedenleri vardır. 2004 yılında TRT’de yayınlanan Sinemamıza Hayat Verenler belgeselinde kendisine ayrılan bölümünde kasabalar özel ilgisininin öncelikle pratik bir boyutu bulunduğunu; lojistik ve finansal şartların film çekmek için daha uygun bulduğunu ifade ettikten sonra söyle devam eder: “Kasabalar benim için biraz ülkemizin mikro-simgesi halinde… ve oradan yola çıkarak, kasaba içindeki bir takım karakterleri ele alarak bunu genele yayabilirsin. Bu kasabalarda çok daha mümkün. O bakımdan kasabaları anlatmak benim için hoş bir şey. Bir de kasabada bana göre yalnızlık daha fazla yaşanıyor (…) Gerçek insan sevgisi, gerçek iletişim kendini zaman zaman ortaya koyamıyor. Bunu anlatmak da hoşuma gidiyor.” Sahil kasabalarının kış ıssızlığını ve yalnızlığını Kırık Bir Aşk Hikayesi’nde Ayvalık, Gece Yolculuğu’nda Fethiye-Kayaköy işler insanın içine. Kasabaların iletişimsizliği, yalnızlığı ve yabancılaşmasına ise Anayurt Oteli’nde Nazilli, Karşılaşma’da Bozcaada, Göl’de Eğirdir, Akrebin Yolculuğu’nda Gölköy, Gizli Yüz’de ise Safranbolu ve Ulus sahne olur. Körebe’de İstanbul’un kenar mahallelerinde, terkedilmiş sularında başlayan arayış yine bir kasabada sona erer.

Tabi bir de o kasabalarda konaklanan oteller… Kavur filmlerinin iç mekanlarına saat kuleleri, yıkık-dökük terkedilmiş virane binalar olduğu kadar oteller de ev sahipliği yapar. Anayurt Oteli, Geceyarısı Yolcuğu, Gizli Yüz ve Akrebin Yolculuğu filmlerinde oteller birer iç mekan olmanın ötesinde sinematografik ve düşünsel anlamlar katarlar filme. Bunda elbette kendisinin de sıkça ifade ettiği gibi Fransa’da öğrenciyken geceleri otellerde çalışmasının etkisi büyüktür. Kendi sözleriyle otelleri ve otel misafirlerini iyi tanır.

Ömer Kavur filmlerindeki gibi derin bir bağlama ve içeriğe sahip olan bir sinema kendini ancak edebiyat ile ifade edebilirdi. O yüzden de Kavur ya doğrudan edebiyat uyarlamaları yapmış ya da Orhan Pamuk, Selim İleri ve Barış Pirhasan gibi edebiyatçılarla işbirliği içinde filmlerinin senaryolarını kaleme almıştır. Edebiyat uyarlamaları ile ilgili gelen bir soruya verdiği cevapta “İyi bir uyarlama için yönetmenin ve yazarın dünyalarının örtüşmeli” der ve Visconti örneğini verir: “Visconti’nin Yabancı uyarlaması çok başarısızdır. Camus ile Visconti’nin dünyaları örtüşmemiştir. ‘Beyaz Geceler’ ise çok iyidir. Dostoyevski ile dünyaları uyuşmuştur.” Kavur, edebiyat uyarlaması filmlerin uyarlandıkları edebi metin ile ilişkisi üzerine de şunları der: İyi bir film yapmak için romana ihanet etmek gerekir. Yazar buna feveran edebilir. Seyircilerin de uyarlamalara film olarak bakması lazım.” Nitekim Yusuf Atılgan TRT’de katıldığı bir programda Doğan Hızlan’ın Kavur’un Anayurt Oteli uyarlaması hakkındaki sorusuna şöyle bir cevap verir: “(…)Bence filmde Zebercet biraz muallakta kalmış. Romanda onun geriye dönüşlerle anlatılan bir geçmişi var. Bunlar filmde olmayınca böyle muallakta kalmış gibi geldi bana. Film kendi başına hoş bir film; fakat tam roman değil.” Atılgan, bu cevabına Hızlan’ın “tam roman olsaydı belki de iyi bir film olmazdı” yorumu üzerine de müthiş bir saygı ve hoşgörü ile “roman benim yazdığım romandır; film Ömer Kavur’un filmidir. Bir yönetmen bir romana tam uymadan da çok bir bir film çıkarabilir” diyerek hem filmi beğendiğini ifade eder hem de uyarlama konusunda Kavur’un sözlerine hak verir. Nitekim Kavur, Anayurt Oteli’ni uyarlamaya karar verdiğinde Atılgan ile temas eder ve ona beraber çalışmayı önerir. Yazar ona “bu benim işim değil, sen yazıp getir” der. Kavur, romanı o kadar sever ve romanı kendi deyimiyle “öyle hisseder ki”  senaryoyu çok kolay bir şekilde 15 günde yazıp Atılgan’a götürür. Atılgan da “oldu bu galiba” der ve film çekimleri başlar.

Ömer Kavur’un Türk Sineması’ndaki yeri sadece çok önemli ve güzel filmler yapmasının ötesindedir. Kavur olmasaydı sonraki dönemde Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz veya Emin Alper gibi yönetmenler ortaya çıkamazdı demek çok iddialı, özellikle de bu önemli yönetmenlere büyük haksızlık olur. Öte yandan Türk Sineması’nda sanat sinemasının ciddiye alınmaya başlamasında ve belirli bir saygınlığa erişmesinde en önemli rollerden birini, belki de en öncü rolü Kavur’un oynadığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Tüm bu yönetmenler bir şekilde Kavur’ın açtığı yoldan ilerlemişlerdir. Ayrıca Türk Sineması’nın önemli bir finansal ve kimliksel krize girdiği, film ve izleyici sayısının dramatik olarak düştüğü 1980-90 döneminde de kurucusu ve sahibi olduğu Alfa Film ile her sene veya iki senede bir film yaparak toplamda 10 filme imza atmış; Türk Sineması’nın yurt dışında da adının duyurulmasına büyük bir katkı yapmıştır.

Bu yazı üzerine çalışırken, Kavur ile buluştuğum o sıcak ve güneşli cumartesi gününü; onun hasta, solgun, yorgun, yalnız ve hüzünlü halini hatırladığımda ve kendisiyle yapılmış röportajlarda bile neredeyse hiç gülmeyen, gülse bile insana  yoğun bir melankoli hissi vermekten kurtulamayan çehresini zihnimde canlandırdığımda aklıma Enis Batur’un belki de en çok sevdiğim şiiri olan ‘Çöl’den şu düzeler geldi:

“Çık gel desem, gelemezsin

Orada kalsan, kimse kalamadı

kendi biçtiği karanlıkta”

Kavur uzaktan bakıldığında hakikati arayış yolculuğuna ara verip bir birey olarak günlük yaşama karışamamış; sıradan ölümlülerin dünyasına gelememiş bir entelektüel gibi gözükür. Öte yandan hakikat arayışının, o kendi içsel yolculuğunun karanlığında da kalamamış; bize filmleriyle seslenerek biz ölümlülerin arasına karışmayı ve film kahramanlarının aksine, bizlerle iletişim kurmayı başarmıştır.

Kapak Fotoğrafı: Bağımsız Sinema

İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan Metin Erksan