Son zamanlarda hangi kitabı okuyup beğendiysem bir şekilde yolumun Macar edebiyatına doğru çıktığını fark ettim. Büyülenmemek elde değil. Batı ülkelerinde yüzyıllar boyunca oldukça az bilinen Macar edebiyatı, şöhretini 19. ve 20.yy’da Magda Szabó, Imre Kertész, Antal Szerb ve Sândor Mârai gibi yazarlar sayesinde kazanıyor. Gerçek bir hazine olan bu edebiyatta güzel eserler vermiş -benim de çok çok etkilendiğim- bir yazardan sizlere bahsetmek istiyorum: Magda Szabó.

a15
Magda Szabó | Fotoğraf: explorador.com

Magda Szabó Kimdir?

Magda Szabó’yu anlatmadan önce Herman Hesse’nin bir sözüyle yazıma giriş yapmak istiyorum. Herman Hesse, “Magda Szabó’yu keşfettiyseniz altın bir balık yakaladınız demektir. Yazmakta olduğu bütün kitapları alın, ileride yazacaklarını da…” der ve sadece bu yazıyı bile okuyan okuyucu meraka götürüyor diyebilirim. 

Magda Szabó, 5 Ekim 1917 tarihinde Macaristan’ın Debrecen şehrinde doğuyor. Entelektüel bir ailenin kızı olan Szabó, gençlik yıllarından itibaren edebiyatla yakından ilgileniyor. 1940’ta klasik edebiyat öğrenimini tamamlıyor ve beş yıl öğretmenlik yapıyor. Ardından Din ve Eğitim Bakanlığında çalışmaya başlıyor. 1947 yılında yazar Tibot Szobotka ile evleniyor. 

İlk gençlik yılları zamanında yaşanan II. Dünya Savaşı ve sonrasında yazdığı yazılardan dolayı ülkesinde sakıncalı kişiler listesine giriyor ve yazılarına ara vermek zorunda bırakılıyor. Siyasi nedenlerle adı edebiyat sahnesinden silinen yazar ilkokul öğretmenliği yapmaya zorlanıyor.

Magda Szabó | Fotoğraf: T24

İlk romanı olan ‘Fresco’yu 1958 yılında yayınlayan yazar bu romandan sonra gerek ulusal gerekse uluslararası çapta önemli bir çıkış yakalıyor ve edebiyat dünyasında önemli bir başarı yakalayınca roman yazmaya daha çok ağırlık vermeye başlıyor. Bunun üzerine arka arkaya romanları yayımlanan yazarın en bilinen eserleri ‘Yavru Ceylan’, ‘Iza’nın Şarkısı’, ‘Kapı’, ‘Katalin Sokağı’ ve ‘Abigail’ oluyor. Dilimize ilk çevrilen eseri ‘Yavru Ceylan’. Şu an bu beş kitap da Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanıyor. 

Szabó’nun eserleri arasında ‘Kapı’yı başyapıtı olarak söyleyebiliriz. 1987’de Az Ajtó’nun (Kapı) yayımlanmasıyla Macar edebiyatının en büyük isimleri arasına giren Szabó, bu romanıyla 1992’de ABD’de Betz Corporation Ödülünü, 2003’te Fransa’da Femina Yabancı Roman Ödülünü kazanıyor. Kasım 2007’de hayata gözlerini yuman Szabó’nun eserlerinde yas duygusu, acılar, iletişimsiz sonucu ortaya çıkan hayal kırıklıkları, ihanet, değişen değer yargıları ve pişmanlık gibi temaları görebiliriz.

Magda Szabó’nun Eserleri

Magda Szabo’nun dilimize çevrilmiş beş kitabı bulunuyor. Bunlar; ‘Kapı, Yavru Ceylan, Katalin Sokağı, Iza’nın Şarkısı ve Abigail’. Şimdi bu eserleri daha yakından inceleyelim.

Kapı

Kitabın konusuna geçmeden önce söylemem gerekirse, Magda Szabó’nun hüzünlü bir mizah duygusuyla ele aldığı, otobiyografik öğeleri taşıyan bu eseri, 2003 yılında yazara Fransa’nın en saygın ödüllerinden biri olan Femina’yı kazandırıyor. Ödüllü bir eser olan kitabın başkarakterinde ev işlerinde bir yazara yardımcı olan yaşlı bir hizmetçi olan Emerenc var. Emerenc eğitim almamasına rağmen her şeyden bilgisi olan, güçlü, sevgisini kendine göre gösteren, cesur bir karakter.

Emerenc ve yazar ilk başlarda birbirlerine alışamaz ve zorlanırlar. Hatta ev işlerinde yardımcı olacak kişileri normalde ev sahipleri belirlerken, Emerenc çalışacağı evi kendisi seçer. Evi tanır, ev sahiplerini tanır ve şartlarını söyler. Zamanla bu yazar da Emerenc’i kendi annesi gibi görmeye başlar. Yazar, Emerenc’i tanıdıkça kendi hayatını sorgulamaya başlıyor. Yaşam ve ölüm hakkında bildiklerinin ne derece doğru ya da yanlış olduğunu kavrıyor. Bu noktada Emerenc ile yeni hayatına bir kapı açıyor diyebiliriz. Bu kısımdan sonrasını sizlere bırakacağım. Okumanızı çok istediğim için Kapı’dan sonrası size kalsın derim. 

Kurgunun görünen kısmında birbirine zıt iki karakterin çatışmasını okurken, arka planda da Macaristan’ın toplumsal ve siyasal tarihine şahit oluyoruz. Magda Szabo deyince akla gelen bir başka özellik yine bu kitapta da karşımıza çıkıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası değişen toplumsal düzen. Yazar bunu yaparken de metin aralarına saklayarak usul usul anlatıyor bize.

“Siz herkesi bir kutuya doldurmak, sonra da ne zaman kime gerek duyuyorsanız oradan çıkarmak istiyorsunuz.”

“Kim yalnız değildi ki? Bilmek isterdim doğrusu. Hatta biriyle birlikte yaşayanlar bile yalnız, sadece yalnız olduklarının bilincinde değiller, o kadar!”

“İnsan yaşamını kaydedebilse ve tüm yaşamını bir şerit üzerinde ileri geri hareket ettirebilse, istediği yerde durdurabilse veya istediği kısımları yineleyebilse nasıl olur?”

Yavru Ceylan

Yavru Ceylan kitabında yazar yine Macaristan’ı ve 1950’li yıllarda hakim olan havayı ihmal etmeden anlatıyor. Bu sefer de kitabının baş karakteri Ezster adında bir kadın. Onun hayatını, geçmişe dönüşlerini kronolojik bir sıra olmadan kendi ağzından okuyoruz.

Ezster, çocukluğunu yaşayamamış, hayatını daha çok yaşam kaygısı içinde geçirmiş, çok çalışmış ve bunun sonucunda kendine göre hak ettiği maddi manevi her şeyi başkalarında görmesiyle onun hayata karşı sonsuz öfkesine tanık oluyoruz. Çünkü ünlü bir sanatçı olmasının bile kendine getirdiği durumu yaşayamamış. Kıskanç ve sevgisiz bir kişilik, sanırım onunla bir tek mutluluk duygusunu roman boyunca yaşayamadım diyebilirim. 

Kitaptaki olaylar kronolojik ilerlemediği için okurken bir o yöne bir başka yöne doğru savruluyoruz. Okurken özellikle dikkat isteyen bir eser diyebilirim. Eserde hakim olan o kasvetli havaya rağmen insan ruhuna odaklı çoğu şey göze çarpıyor. Ezster’in Angela’ya karşı kıskançlığı hatta nefreti, çocukluğundan beri yaşadığı zorlu durum ve savaşın portresi… İnsanların karşı tarafa duyduğu kinin aslında ne kadar yorucu bir şey olduğunu görüyoruz. 

“Acaba okullarda neden, “Hiçbir iyilik karşılıksız kalmaz,” diye öğretirler ki? İnsan bunu ciddiye alıyor, yerine getiriyor, ümit ediyor ama sonra eline hiçbir şey geçmiyor.”

“İnsan, başkaları onu düşündüğü sürece bu dünyada ölümsüzdü.”

Katalin Sokağı

Katalin Sokağı, Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de Tuna Nehrini izleyen bir sokak.  Bu sokakta birbirine bitişik evlerde oturan, savaş nedeniyle evlerinden zorla çıkartılan üç ailenin hikayesini anlatıyor. Heldler, Elekesler ve Birolar…

Savaş insanların hayatını bir anda nasıl etkileyebiliyor, hiç düşündünüz mü? Szabó’nun eserlerinde genellikle savaş teması yer alıyor. Bu sefer savaşın başka yüzüne tanık oluyoruz. Savaşın yarattığı enkazdan kendilerini kurtarmaya çalışan insanların hikayesini okuyoruz aslında. Bir anda değişen hayatlarını, kurulan hayallerini ve ölümün verdiği acıları, kayıpları vb. okurken her bir detayın içinizi yaktığını söyleyebilirim. 

Szabó’nun bu eserinde de olaylar kronolojik ilerlemiyor. Zaman kavramı yine yok. Bir geçmiş, bir gelecek şeklinde olayları farklı zamanlarda okuyorsunuz. Kitap karakter açısından da öyle kolay okunan bir kitap değil. Okudukça karakterler ve olaylar daha iyi oturuyor, sonrasında da elinizden bırakamıyorsunuz.

“Her insanın ömrü boyunca payına, ölürken çığlığında ismini haykırabileceği sadece bir kişi düşer.”

“Ve ben hayatımda ilk kez o an, ölülerin asla ölmediğini anlamaya başladım. Biri eğer bu dünyada bir zaman diliminde ve bir biçimde yaşamışsa, o bir daha asla yok edilemezdi.”

Abigail

Yine savaş… İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle olay örgüsü başlıyor. Babası general olan Gina, savaşın patlak vermesiyle babası tarafından güvenli olduğu gerekçesiyle yatılı okula veriliyor. 14 yaşında olan Gina’ya okuldaki disiplin aşırı geldiği için arkadaşları ve okul idaresiyle sorun yaşamaya başlıyor. Yaşadığı sorunlar Gina’nın okuldan kaçma girişimine neden oluyor. Bir gün babası kızını ziyarete geldiğinde onun neden burada olduğunu anlatır ve öğrendiği bu ağır bir gerçekle artık Gina aynı Gina değil!

Bu süreçten sonra Gina’nın okulda neler yaşadığını ve eş zamanlı olarak da inceden inceye savaşın meydana getirdiği etkilerini okuyoruz. Kitabın adı ‘Abigail’ de okulun bahçesinde bulunan; öğrencilerin iyilik meleği olarak bilinen heykelden geliyor. Abigailin kupasına bırakılan her mektuba bir çözüm gecikmiyor ama kimse Abigailin kim olduğunu bilmiyor. Ancak kitabın sonunda tanıyoruz. Özetle, bir genç kızın gözünden hem Macaristan’ın özgürlüğü hem de bir genç kızın kendi özgürlük savaşı anlatılıyor.

Diğer eserlere göre okunması daha kolay bir eser diyebilirim. Dili daha sade ve yalın olan,üstünde aşırı düşünmeye gerek olmayan ve hemen bitirebilecek bir tarzda olan kitap. 

“Beni her şeyimle yuttular. Bu, artık ben değilim.”

Iza’nın Şarkısı

Elli yıla yakın bir evlilik yaşayan ve birbirlerine ilk günkü gibi aşık olan Etelka ile Vince ve kızları Iza kitabın ilk sayfalarında tanıştığımız karakterler. Etelka’nin kocası Vince ölüyor ve Etelka 49 yıllık bir evliliğin ardından kendini çok yalnız hissediyor, tek başına ne yapacağını da bilmiyor.

Iza büyük sorumlulukla başbaşa kalıyor. Cenazeden sonra annesini Budapteste’ye evine götürmeye karar veriyor. Etelka için bu durumun aşırı zor olmasına tanık oluyoruz. Çünkü büyük anne inanılmaz kültürüne, örf ve âdetlerine bağlı taşradan kent hayatı. Iza kızı ise hep özgür yaşamış, çok iyi, herkesin sevdiği başarılı iyi bir doktor, birlikte beraber nasıl yaşanır bilmiyor ve asıl hikaye burada başlıyor. 

Sınırsız bir kontrolle annesini gözünün önünde tutarken yaşlı kadının geçmişi ile bağını koparttığının,onu hayata bağlayan şeyleri elinden aldığının farkında değil. Geçmişi acılarla geçen Etelka’nın ne kadar mutsuz olduğunu İza’nın eski kocası Antal ve sevgilisi Domokos İza’dan daha iyi anlamaktadır. Iza’nın işkolik olması, kendi başına buyruk olması, kendi hayatına hatta ev işlerine karışılmasından hoşlanmaması gibi durumlar söz konusu. Durum böyle olunca Iza’nın anlaması biraz geç oluyor, iş işten çoktan geçmiş.

“Seninle birlikte yaşayamadım.”

Kapak Fotoğrafı: explorador.com

İlginizi çekebilir: Biblio Magger’dan Nobel Edebiyat Ödüllü Kadın Yazarlar