Norveç’te büyük ses getiren ve çok satan “Miras” romanında baba tarafından cinsel tacize uğrayan, kitabın ana karakteri Berglot’un yaşadığı travma üzerinden bir aile portresinin arka planı tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriliyor. Arka plan o kadar derin ve karanlık ki okurken her bir sayfada bambaşka travmalara tanık oluyorsunuz. Roman, babanın ölümüyle başlıyor ve babanın bıraktığı yaranın köküne iniliyor. Eser incelemesine kitapta yer alan bir cümleyle başlamak istiyorum: “İnsan ailesini seçemez ama hikayesini anlatmayı seçebilir.” Berglot’un anlattığı hikayeyi ben de şimdi sizlerle paylaşacağım. 

Miras | Fotoğraf: BantMag

Dört kardeş, iki kulübe ve bir sır. Babaları daha hayattayken kardeşler arasında başlayan bir miras meselesi nedeniyle ikiye bölünmüş bir aile ve babanın ölüm haberi ile başlayan bir hikaye. Her ne kadar roman bir miras meselesi gibi başlasa da okudukça anlıyoruz ki anne ve babası ile görüşmeyen, kardeşleriyle de arasında mesafeli bir ilişkisi olan Bergljot’un çocukluğundan gelen travmanın, saramadığı yarasının hikayesidir Miras. Bergljot’a kalan tek miras yıllardır çektiği acı ve ne yazık ki kimseye duyuramadığı sesi…

Romanı okurken o kadar etkilendim ki esas konudan dağılmadan- ki dağılabileceğim çok unsur var- karakterler üzerinden hikayeyi anlatmak istiyorum. Ana karakterlerimiz “baba, anne ve dört kardeş”. Kardeşler büyükten küçüğe doğru şu şekilde sıralanıyor: Berglot, Bârd, Astrid ve Âsa. 

İlk olarak ana karakterimiz Berglot ile başlayalım. Berglot, ailesi tarafından varlığıyla yok sayılan biri. Çocukları ve torunları olan elli yaşındaki Berglot, küçük yaşlarda ensest suçla hayatı karartılan bir kadın. Yedi yaşına kadar bu duruma maruz kalmış, ve yaşadığı bu durumu o zamanlar kimseyle paylaşmıyor, annesi hariç. İlk defa otuzlu yaşlarında bu yaşadığı travmayı ailesiyle paylaşıyor ama ona inanan, yanında duran kimse olmuyor. Bu itiraf ve haykırış sonucunda tabii ki hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. Ailesinden kopuyor ve onlarla zorunlu olmadıkça kendi isteğiyle herhangi bir iletişime geçmiyor. 

Ailesiyle kopup araya mesafe koyduğu zaman bazı gerçekleri fark ettiğini şu cümlelerle dile getiriyordu Berglot: “Anne ve babanın söylemleri çocukların gerçeklik kavramını öyle bir biçimler ki bundan yakayı kurtarmak neredeyse imkansızdır.” Berglot kendi penceresinden dünyadaki işlevini şu şekilde ifade ediyor: “Çocukluğunda çakılı kaldı.”  Roman boyunca karakterin çocukluğunda çakılı kalmasına şahit oluyoruz. Yaşadığı travma hayatını o kadar etkilemiş ki adeta kendi içinde kendisini kilitlemiş diyebilirim. Aslında yaşadığı travmanın farkında olanlar sanki böyle bir şey yokmuş, hiç olmamış gibi davrandıkları için Berglot’un kendi içinde kilitli kalmasına zemin hazırlıyorlar.  

Bârd, ailenin tek erkek çocuğu. Ailesiyle kopan, arasına mesafe koyan tek Berglot değil elbette, diğeri de Bârd. Bârd’ın ailesinden kopma sebebi babası. Babasının arkadaşlarının babası gibi olmadığı, onunla ve ilgi alanlarıyla yakından hiç ilgilenmediği dile getiriyor. Bir diğer sorunsa şiddet uygulaması. Bârd, babasıyla olan durumunu kitapta bence çok güzel özetliyor: “Babamızın bizi görmesini isteriz.”  Babası onun başarıları görmüyor, onunla güzel şeyleri birlikte yaşamıyor. Hayatı boyunca da babasından bir şey beklemediği ancak son yaşanan miras konusunda adaletli davranmasını istediği anlatan bir mektupla babasına belki de anlamlı bir serzenişte bulunuyor. 

“Babam iki büyük çocuğundan korkmuş, onlardan kaçmıştı çünkü ona yaptığı kötülüğü hatırlatıyorlardı, onlara yaptıklarından dolayı onlara tahammülü yoktu.” Adalet  kavramı bu ailede nedense Berglot ve Bârd’ın yakınlarından geçmiyor. Dışlanan iki evladın aksine diğer çocukları olan Astrid ve Âsa ile ailenin bambaşka diyalogları olduğu roman boyunca gözler önüne seriliyor. Bu iki evlat ise, sürekli ailenin yanında, onlara destek olan ve onları bir kez olsun yalnız bırakmayan hayırlı evlat statüsünde yer alıyor. Zaten olayın başlangıcı miras olunca odak noktada bu iki evlat yer alıyor. Çünkü iki kulübenin de dışlanan iki evladın yerine sevilen, her zaman yanlarında olan evlatlara verilmesinin uygun olduğu düşünülüyor ve bu konuda patırtı çocuklar arasında büyüyor, büyüdükçe daha da büyüyor. 

Gelelim anneye. Anne, gerçeği görmek istemeyen biri. Hatta en kötüsü şu olabilir: Anneye göre Berglot suçlu çünkü suçu normalleştirmiyor! Yaşadığı travmayı annesiyle paylaştığında annesi onu yalan söylenmekle suçluyor ve  büyüttüğünü düşünüyor. Babanın eşine itirafı karşısında bile suçu kapatıp örtbas eden biri. Kimliğini kendi güzellik algısına bağlayan, çocuğuyla yarış içinde olan, bir çok intihar teşebbüsüne girişen ve gizli aşkına kavuşamamış biri. Zaten beni romanda en çok etkileyen bir bölüm var ki annenin kızının yaşadığı durumu kendi çıkarlarına uygun ele alma biçimi. Gizli aşkıyla ufacık bir kavuşma ihtimali olduğunda kızının bu yaşadığı travmayla yakından ilgilenip ihtimal ortadan kalkınca yine aynı umursamaz ve yok sayıcı bir tavra bürünmesi oldukça rahatsız edici. Konforunu ve kendi hayatıyla meşgul olan saf çıkarcı biri. 

“Ne yapacağı belli olmayan saldırgan bir aslan varken ondan korkmayı bırakmak zordur ama şimdi aslan öldü.” Baba için fazla söze gerek yok, zaten roman babanın ölümüyle başlıyor. Konunun asıl muhatabı yok oluyor ve Berglot yaşananlarla tek başına kalıyor. İşte Berglot, suçu işleyenle değil, suçu gizleyen ve onu yok sayanlarla savaşıyor. Berglot’un sesi de kimsenin duymak istemediği ses. Ne acı!

Son olarak, Deniz Yüce Başarır, yazarın gerçek hikayesini yansıttığı için ülkesinde büyük tartışmalara neden olan ve çok satan romanı Miras’ı, klinik psikolog Deniz Bolşoy “Ben Okurum”da ele alıyor. Okumanın dışında dinlemek isteyenler olabilir diye ufak bir öneri. 

Kapak Fotoğrafı: Hatun Vera Altunöz

İlginizi çekebilir: Başak Aydın’dan Artçı Şok