Aşırı turizm ilk kez 2012 yılında gündeme gelen bir kavram. 2017 yılında gerçekleştirilen UNWTO Bakanlar Toplantısı’nda da uluslararası karar alıcılar tarafından hakkında önlemler alınması gereken bir sorun olarak tanımlanmış. Sivil düzeyde de Barcelona, Madrid, Kopenhag, Santorini, Kanarya Adaları ve Boracay Adası (Filipinler) gibi şehir ve bölgelerde büyük toplumsal gösterilere ve  ‘turizm karşıtı hareketlerin’ doğmasına yol açıyor. Geçen hafta itibariyle aşırı turizminden en çok mustarip şehirlerden biri, belki de birincisi olan Venedik’in şehri yaz döneminde günübirlik ziyaret edecek olan turistlere 5 EURO giriş ücreti koymasının ardından aşırı turizm olgusu üzerine tartışmalar, çözümler, önlemler yeni bir aşamaya geçmiş durumda.

Fotoğraf: unsplash.com/@elishavision

Dubai’de okulların bahar tatili ile ramazan bayramı  birleşince neredeyse bir aya yakın bir tatil fırsatı doğru ve biz de bu fırsattan istifade ederek Kerem’in uzun zamandır girmek istediği Paris’e bir seyahat gerçekleştirdik. Tatilin uzun olması; hem benim hem de Aslı’nın birer Paris aşığı olmamamız dolayısıyla (Aslı bir Fransız şirketinde çalıştığı için 10 yıldır nerdeyse her yıl iş için birkaç kere Paris’e gitmek zorunda. Ben de biri iş olmak üzere iki kere gördüm) seyahati bir Fransa seyahatine dönüştürdük ve ilk bölümde Saint-Tropez’den Menton’a kadar Fransız Rivieriası’nı, ikinci bölümdeyse tamamen Kerem için tasarlanmış bir Paris programını ve Euro-Disney’i kapsayacak şekilde bir seyahat gerçekleştirdik.

Seyahatimiz turizm tabiriyle düşük sezona denk geldiğinden dolayı Fransız Riverası ve Paris standartlarında normal fiyatlara iyi otellerde kalabildik. Louvre  girişinde ve Euro-Disney’de bazı popüler oyunlar dışında pek bir kalabalık  yaşamadık. Genelde istediğimiz restorana ya rahatlıkla rezervasyon yapabildik ya da rahatlıkla girebildik. Çok değil birkaç ay sonra bu kuyruklar uzayacak, otel fiyatları 1,5-2 katına çıkacak.

Fotoğraf: unsplash.com/@arakotozafy

Paris uzun yıllar dünyanın en çok ziyaret edilen şehri unvanına sahipti. Son birkaç yıldır belki ilk sırada değil ama hala ilk üç içindeki yerini koruyor. Başka bir deyişle aşırı turizmin en yoğun görüldüğü şehirlerden biri. Bu sene 2024 Olimpiyat oyunlarının Paris’te düzenleneceği düşünüldüğünde şehrin hem sakinleri hem de ziyaretçileri için bile nasıl bir kaos haline dönüşeceğini hayal etmek zor değil. Paris’te yaşayan bir aile dostumuz bize şirketin çalışanlarına olimpiyat süresince ya evde çalışın ya da yıllık izinlerinizi kullanın talimatı verdiğini anlattı.

Paris uzun zamandır bir turist kalabalığından ve aşırı turizmden mustarip ama 2023 Yaz’ında Viyana’da, Netflix’teki Empress dizinin ve Marie Kreutzer’in Corsage (2022) filmin de yarattığı popüler dalganın etkisiyle, yıllardır her gördüğümde pek bir sakin olan Sisi Müzesi önündeki kuyruğu gördüğümde sadece müzenin değil tüm şehrin turizm mevsimi dışında kalan zamanlarındaki sakin halini düşündüm. İlginçtir, dünya üzerinde en çok ziyaret ettiğim ve belki de yaşadığım şehirler de dahil en iyi bildiğim şehri uzun zaman sonra ilk defa yazın ziyaret ettiğim düşünülürse bir Paris, Roma düzeyinde olmasa da aşırı turizme sahne olduğunu görmek itiraf edeyim şaşırttı beni. Viyana her mevsim turist çeken bir şehir ama elbette yaz aylarında turist  sayısında belirli bir artış olması beklenebilir ama geçen yaz ilk defa Viyana’da kalabalığı ve bazı yerlerdeki aşırılığı hissettim. Örneğin genelde Viyana’ya gittiğimde konakladığım otelde, ki Stephan Platz’a 30 saniye mesafedeki konumu ve oda-konum-fiyat kalitesi ile popüler olması doğal, ilk kez yer bulamadım. Bir başka severek kaldığım otelde de sadece bir oda kalmıştı ve açıkçası şehirde uzun kalacağımdan dolayı 5-10 dakika fazla yürümeyi göze olarak ücreti daha uygun bir otelde konaklamayı tercih ettim. Viyana’nın birinci bölgesine hemen komşu olan şehrin en önemli tarihi bölgelerinden birinde, Leopoldstadt’ta konaklamak da farklı bir deneyim oldu benim için o ayrı. Bu arada otelin benim gelişimi takip eden birkaç gün içinde tamamen dolduğunu da ekleyeyim.

Fotoğraf: unsplash.com/@dylu

Seyahatin ve turizmin geniş kitlelere yayılmasının; bir başka ifadeyle demokratikleşmesinin ve dolayısıyla da kitle turizmin toplumsal ve ekonomik bir olgu olarak ortaya çıkmasının tarihi aslında çok yeni. İkinci Dünya Savaşı sonrası özellikle gelişmiş batı ülkelerinde artan ekonomik büyüme ve refaha bağlı olarak genişleyen orta sınıflar ile ulaşım teknolojisindeki hızlı gelişme ve ucuzlama daha 1930’larda bile küçük bir zengin ve ayrıcalıklı bir zümrenin tekelinde olan seyahat etmeyi ve turizmi geniş kitleler için bir orta sınıf lüksüne dönüştürdü. Zamanla artan ekonomik refah ve turizm sektöründeki büyümeyle de her bütçeye her toplumsal kesime uygun bir turizm anlayışının yerleşmesi mümkün hale geldi. İspanya, İtalya, Fransa, Tayland, Endonezya ve Türkiye gibi turizmin çok önemli bir ekonomik faaliyet olduğu ülkeler bu alana adeta yarın yokmuş gib büyük yatırım yaptılar; kapılarını adeta kitlelere açtılar. İşçi sınıfa da İtalyan Yönetmen Elio Petri’nin 1972 yılında Cannes’de Altın Palmiye alan filmi La Classe Operaia va in Paradiso (İşçi Sınıfı Cennete Gider) olduğu gibi cennet değil tatile de gidebiliyordu.

UNWTO (Birleşmiş Millet Dünya Turizm Örgütü ki bu kurumun varlığı bile turizmin günümüzdeki öneminin en önemli kantı) verilerine göre 21. Yüzyıl ile birlikte dünya ekonomisi içinde turizm sektörünün hacmi petrol ihracatı ve otomotiv sektörü ile neredeyse eşit hale gelmiş durumda. UNWTO verilerine göre 2023 yılı sonu itibariyle 1.3 milyar kişinin turizm amaçlı olarak uluslararası seyahat yaptığını gösteriyor. Bir önceki yıla göre %38’lik bir artışı ifade eden bu rakamın yıl sonu itibariyle pandemi öncesi dönemin de %88’ine tekabül ediyor. Yani hala dünya turizmi 2019 yılında ulaştığı 1 milyar 500 milyon kişi sayısının gerisinde.

Fotoğraf: unsplash.com/@aleks_marinkovic

İlk bakışta “Ne güzel işte herkes geziyor, seyahat ediyor. Hem insanlar yeni yerler görüyor hem de yaratılan ekonomik faaliyet sayesinde milyonlarca insan istihdam ediliyor” denilebilir. Elbette bu görüşte büyük bir haklılık payı var. Faşist bir diktatörlük altında Batı Avrupa’nın en fakir ülkelerinden biriyken turizmi keşfeden ve turizmin büyük katkılarıyla dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri olan ve demokrasiye geçtikten çok kısa bir süre sonra AB’ye girecek bir düzeye erişen İspanya, turizmin bir ülkenin kalkınmasında ve kaderinin değişmesinde oynayabileceği rolü göstermesi açısından çok iyi bir örnek. Turizm, dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olan İtalya’nın yıllık GSMH’nın %10’undan fazlasının teşkil etmekte ve toplam istihdamının %10’undan fazlası da turizm endüstrisi içinde gerçekleşiyor. Türkiye’ye baktığımızda da durum pek farklı değil: Turizm Türkiye ekonomisinin yaklaşık %11’ini ve istihdamının da %9,6’sını karşılıyor ki son dönemde izlenen politikalara bağlı olarak bu rakamın artacağını tahmin etmek zor değil.

Peki durum bu kadar iyiydi, amiyane tabirle ‘alan da satan da memnundu’ da dünya turizmindeki bu hızlı ve aşırı büyüme niçin son yıllarda ciddi tartışmalara sebebiyet veren bir olguyu da beraberinde getirdi: Aşırı Turizm.

Aşırı turizm ilk kez 2012 yılında gündeme gelen bir kavram. 2017 yılında gerçekleştirilen UNWTO Bakanlar Toplantısı’nda da uluslararası karar alıcılar tarafından hakkında önlemler alınması gereken bir sorun olarak tanımlanmış. Sivil düzeyde de Barcelona, Madrid, Kopenhag, Santorini, Kanarya Adaları ve Boracay Adası (Filipinler) gibi şehir ve bölgelerde büyük toplumsal gösterilere ve  ‘turizm karşıtı hareketlerin’ doğmasına yol açıyor. Geçen hafta itibariyle aşırı turizminden en çok mustarip şehirlerden biri, belki de birincisi olan Venedik’in şehri yaz döneminde günübirlik ziyaret edecek olan turistlere 5 EURO giriş ücreti koymasının ardından aşırı turizm olgusu üzerine tartışmalar, çözümler, önlemler yeni bir aşamaya geçmiş durumda.

Fotoğraf: unsplash.com/@chuttersnap

Turizmin niçin bu kadar büyük bir sorun olmaya başladığına dair nedenler çeşitli. Bunlardan ilki aşırı turizmin etkisi altında kalan şehirlerin sakinleri için özellikle turizmin en yoğun olduğu yaz aylarında yaşanamaz hale gelmesi. 2023 verileri itibariyle dünyanın en çok ziyaret edilen dördüncü şehrinde yaşıyorum. Bunun ne anlama geldiğini bir kaç anekdot ile anlatmak isterim: Dubai’de turizm altyapısı Avrupa’nın eski/tarihi şehirleriyle kıyaslanmayacak kadar gelişmiş bir durumda. Şehre gelen turistlerin neredeyse tamamı sosyo-ekonomik açıdan ağırlıklı olarak orta-orta-üst ve üst sınıfa mensup insanlardan oluşuyor.  Bu da kitlesel de olsa turizmin boyutunu ve tarzını etkiliyor. Ayrıca şehrin coğrafi yapısı ve ikamet bölgelerinin genel dağılımı da şehirde ikamet edenlerin turizmden etkilenmeden yaşamasını mümkün hale getiriyor. Öte yandan şehrin kendi standartlarında aşırı turizme maruz kaldığı aylarda (İklimden dolayı ağırlıklı olarak kasım-mayıs ayları arası) bir hafta sonu su sporları etkinliklerine katılmak veya örneğin Michelin yıldızlı restoranlardan birinde yemek için Atlantis Otel’e gittiğinizde turist yoğunluğundan evinize dönmek zorunda kalabiliyorsunuz.

Dubai’de normale göre daha uzun süre taksi beklemek; bazı restoranlarda yer bulamamak veya bazı plajlardaki kalabalık dışında günlük yaşamı çok da etkilemeyen aşırı turizmin konut ve restoran fiyatları aşırı şişirdiği; yaşayanların günlük yaşam kalitesini olumsuz etkilediği Venedik veya Barcelona gibi şehirlerde yarattığı etki bizimkiyle kıyaslanamaz elbette. Geçen hafta itibariyle şehri günübirlik ziyaret etmek isteyenlere ‘ayak basma parası’ koyan Venedik’in nüfusu 1960lar’dan bu yana 120 bin azalmış. Yılda neredeyse 30 milyona yakın turistin ziyaret ettiği Venedik’in bugünkü nüfusu 49 bin’e inmiş durumda ve yakın gelecekte şehrin turistlere terkedilmiş büyük bir parka döneceği tahminleri yapılıyor.

Venedik’in aşırı turizme karşı aldığı tedbir ilk örnek değil. Uzun zamandır şehir sakinlerinin farklı inisiyatiflerle aşırı turizme karşı sesini yükselttiği Barcelona  tur gruplarının tarihi La Boqueria Pazarı’da yoğun dönemlerde girişine sınır getirmiş durumda. Bir süredir kentin parti, seks ve uyuşturucu ile anılmasını engellemeye çalışan ve hatta bunun için açık bir şekilde “mümkünse hafta sonu Britanyalı genç erkekler parti yapmaya gelmesin; gelip de uslu durmazlarsa tutuklanmayı göze alsınlar” diyen Amsterdam’da geçen hafta itibariyle yeni kurulacak otellere bir yasaklama getirdi. Amsterdam daha önce de önümüzdeki beş yıl boyunca nehir seyahat gemilerine de kısıtlama getirmişti. İlk kez 2004’de gittiğimde düzgün yemek yenecek ve konaklanacak yer sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen Dubrovnik son yıllarda aşırı turizmin merkezlerinden biri haline dönüşmüştü. Şehir bu konuda ilk ciddi tedbirleri alan yerlerden biri. 2019’dan itibaren şehre gelen seyahat gemilerinin sayısı günlük olarak iki; yolcu sayısı da yine günlük olarak 4000 ile sınırlandırılmıştı.

Fotoğraf: unsplash.com/@lvanleeuwen1

Geçen hafta Venedik ve Amsterdam’ın aldığı kararların yanında konuya ilişkin bir başka önemli gelişme de aşırı turizmin en çok etkilediği bölgelerden biri olan Kanarya Adaları’nda gerçekleşti. Tenerife’de binlerce kişi “Benim sefaletim: Senin Cennetin” sloganıyla mevcut turizm modeline yönelik protesto eylemleri yaptı. Günümüzde turizm adayı finansal ve çevresel anlamda yaşanmaz ve sürdürülemez hale dönüştürmüş durumda. O kadar ki adanın en önemli ve nerdeyse de tek gelir kaynağı olan turizm sektöründe çalışanların bazıları ücretleri adadaki fiyat artışları yanında düşük kaldığından çadırlarda konaklıyorlar.

Aşırı turizmin artan refah ve gelirle olduğu kadar son dönemde bir başka nedeni olduğunu daha düşünüyorum. Aşırı turizm, yoğu olarak sosyal medya çağının ‘görünme’, ‘gösterme’ arzusuyla da besleniyor ve ‘seyahat etme’ tüm ontolojik ve ideal niteliklerini kaybediyor. Seyahati Fransız filozof Guy Debord’un ‘gösteri toplumu’ kavramı içinde, yani onun tamamlamasıyla sosyal yaşamın tarihini “sahip olmanın düşüşü ve görünüşe sahip olma” olarak anlayabileceğimiz yeni bir paradigmada düşünürsek temel anlamının değiştiği de kabul etmemiz gerekir. Seyahat, ‘özün’ yok olup yerini ‘sahte bir dünya yaratma’ sürecinin önemli bir araçlarından birine dönüştüğünden beri aşırı turizmde de bir artış olduğunu söylemek mümkün. Sosyal medyada, amiyane tabirle ’post’ veya ‘Story’ kasmanın; kimin nerede nasıl göründüğünün her şeyin ötesine geçtiği bu çağda insanların şehirlerin tarihlerinin ve kültürlerinin kıyıma uğradığı bir kurban etme orijininde bir parça da kendilerine koparmaktan başka bir şey umurlarında değil. Paris’e, Roma’ya gidip herkesin gittiği, sosyal medyada meşhur olmuş mekanlara oturup yediğini-içtiğinin fotoğraf çektirenleri; Panteon önünde selfie çekip içine girmeyenleri; Roma’da “Starbucks yok nerede kahve içeceğiz” diye soranları; Viyana’da Demel’de kahvaltı ederken bağıra bağıra ağzından çırpılmış yumurta parçaları saçarak telefonda “abi burada düzgün kahvaltı edemiyoruz, beyaz peynir yok” diyenleri gördükçe, itiraf edeyim içimden uçuşların altın çağındaki seyahat elitizmine geri dönesim geliyor.

Öte yandan kendime sürekli “her şeye rağmen bunun doğru ve ahlaki olmadığını” söylüyorum. Seyahat etme özgürlüğü ikincil  kuşak insan haklarından biri; dolayısıyla dileyenin bu hakkı sonuna kadar kullanabilmesi en az yaşanılabilir bir çevreye sahip olma veya düzgün ve karşılanabilir sağlık hizmetine erişim kadar evrensel bir konu. Ayrıca herkesten da Alain De Button’un Seyahat Sanatı yapıtında yaptığı gibi seyahate felsefik, aşkın bir eylem olarak yaklaşmasını; Anthony Bourdain’in seyahat etme üzerine aforizmalarının derinliğini veya ziyaret ettikleri şehirlerle, örneğin benim Viyana ile kurduğuma benzer aşkın-ulvi-edebi-estetiksel bir ilişki kurmasını bekleyemeyiz.

Fotoğraf: unsplash.com/@annadziubinska

Yıllar önce bir yaz günü iş için İstanbul’a İzmir’e gittiğim bir sabah havaalanındaki kaosa dayanamayıp söylene söylene “uçmanın pahalı bir lüks olduğu dönemi özlediğimi” kendime itiraf edip sonra da kör vicdanıma yenik düşüp yaşamı boyunca ilk kez uçağa bindiği belli olan ve Adıyaman’a gitmeye çalışan yaşlı teyzeye kapıya kadar her aşamada yardım etmiştim. Uçuşlar ve seyahat etmek bu kadar ucuzlamasaydı o teyze muhtemelen yaşamı boyunca İstanbul’u göremeyecekti. Yine yaşamları boyunca bir kere yaşadıkları şehirden en iyi ihtimalle Ege veya Akdeniz kıyısındaki tatil yörelerinden birine saatlerce otobüs sırtında gidip turizm adına yaşayacakları tek deneyim de bununla sınırlı kalacak  insanlar yurtdışına gitme olanaklarına kavuşamayacaklardı.

Anthony Bourdain seyahat hakkında şöyle der: “Seyahatin bir terapi şekli olabileceğini düşünüyorum. Seyahat, kalıplardan çıkmak, kendi kendinizden çıkıp kendinizi dışarıdan görmenin bir yoludur. Sistem üzerinde iyi bir şoktur.” Seyahat eden bunca insan arasında ufak bir azınlık dahi Bourdain’in sözlerindeki gibi bir deneyim yaşamışsa bile bu insanlık için az buz bir şey değil. Öte yandan yarınlar yokmuşçasına ve daha da kötüsü o şehirlerin bazı insanların evi, yurdu olduğunu unutup çılgınca tüketmek, ki maalesef insanların çoğunun yaptığı bu, günümüzde seyahati ve turizmi bir sürdürebilirlik sorununa dönüştürdü.

Sorumlu turizm, butik turizm, ekolojik turizm… Aşırı turizme karşı alternatif çözümler üzerine ciddi çalışmalar yürütülüyor. Bu çalışmalara destek vermek hepimizin görevi. İlk adımı da insanların yaşadıkları, ev olarak tanımladıkları şehirlere gösteri parkı muamele yapmadan ziyaret ettiğimiz şehirlere, yörelere ziyaretimiz süresince kendi evimizmiş gibi davranarak atabiliriz.

Kapak Fotoğrafı: unsplash/jeff-ackley-pezl8

İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan Dünya Pasaport Endeksi