Hepimiz 6 Şubat sonrasında kendi ülkemizin çirkin, hızlı ve acılı ölümünü öldük ve görünen o ki bir süre daha ölmeye devam edeceğiz. 6 Şubat sonrasında ne biz eski biziz ne de Türkiye eski Türkiye… Hepimiz, daha doğrusu içinde miktarı ne olursa olsun insani kırıntı kalanlarımız artık başka biri. Felaketin büyüklüğü düşünüldüğünde de ne eski biz ne de eski Türkiye kalmalı; bu topraklarda yeni bir yaşam kurulmalı. Bu değişim o kadar önemli ki bizim gelecekte içinde yaşayabileceğimiz bir toplum, üzerine yaşayabileceğimiz ülke olup olmayacağı da belirleyecek.

Bu yazıya 8 Şubat günü yazmaya başlamıştım ama gerek içinde bulduğum ruhsal durum gerekse de olayın sıcaklığı yüzünden tamamlamayı ve yayınlamayı bir hafta erteledim. Özellikle de ilk günlerin öfkesine yenilip hislerimi ve düşüncelerimi ham bir şekilde ifade etmemek istedim. Ortalıkta o kadar çok demagog ve troll var ki aklı başında söz söylemek önemli bir sorumluluk haline geliyor. Öte yandan kendime, bu yazıyı bitirdikten sonra bile hala, “rasyonel ve soğuk kanlı bir yazıyı nasıl kaleme alabilirim” diye de sormadan edemiyorum…

Edip Cansever, ‘Mendilimde Kan Sesleri’ şiirinde sorar ya Ahmed Abi’ye: “Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar. Diş değil tırnak değil, bir mendil niye kadar” ve kendi cevabını verir: “Mendilimde kan sesleri” Ah Ahmet Abi, içimizdeki acıyı pançak pançak tükürsek mendiller yetmez. Aşımız, bakışımız, duyuşumuz kanıyor ve kendi kendimize soruyoruz: 6 Şubat’tan sonra aklın alabileceğinin yüreğin kaldırabileceğinin çok ötesinde olan bu acıyı nasıl kaldıracağız? 6 Şubat’tan sonra nasıl mutlu olacağız, nasıl güleceğiz? 6 Şubat’tan sonra boğazımız düğüm düğüm olmadan nasıl nefes alacağız? 6 Şubat’tan sonra kızı göçük altında kalıp vefat ettikten 15 saat sonra bile kızının elini bırakmayan Mesut Hancer’den utanmadan nasıl çocuğumuzun elini tutacağız?

6 Şubat’tan sonra, enkaz altında kalmış çocuklarına vermek için kendisi yemeden bir gün boyunca cebinde bir kutu bisküvi taşıyan ve “çıkmadılar” diye hüngür hüngür ağlayan babayı gördükten sonra yediğimiz bir lokmadan, çocuklarımıza bisküvi vermekten utanmadan nasıl normal bir yaşama devam edeceğiz? (Neyse ki o abinin çocuğu sağ ve sağlıklı bulundu) 6 Şubat’tan sonra “üşüyorum baba” diye bağıran çocuğu düşünüp sıcak yatağımıza girmekten nasıl utanmayacağız?

6 Şubat’tan sonra kızının cesedini enkazın içinden alıp bir ceset torbasına koyduktan sonra arabasının arka koltuğuna yatırıp kendisine “Amca bir şeye ihtiyacınız var mı? Yanımızda bisküvi var” diyenlere “yok evladım teşekkür ederim, biz gidelim” diye cevap veren adamı gördükten sonra huzurlu sıcak yatağında uyuyan çocuklarımıza bakıp nasıl o babayı düşünmeyeceğiz?

6 Şubat’tan sonra bazıları tüm utanmaz ve arlanmazlıklarıyla aramızda insan yüzü maskeleri altında, bir Alman ata sözüne referansla, kahverengiye dönmüş dillerle dolaşmaya devam ettikleri ve bizden önce “enkazda kim kaldı” sorusuna “dört oğlum ve kocam” diye cevap veren kadıncağızın yüzüne bakmaya cüret etme edepsizliğini gösterdiklerinde onlara nasıl tahammül edeceğiz; yüzlerine tükürmeden nasıl bakacağız? 6 Şubat’tan sonra nasıl sanattan, edebiyattan, kültürden ve yaşam tarzlarından konuşacağız? 6 Şubat’tan sonra nasıl konserlere, sergilere gideceğiz? Nasıl… nasıl… nasıl… İçimizdeki bu yara nasıl onulacak?

Lübnanlı şair Nadia Tueni, ağır kanser hastası olduğu ve Lübnan İç Savaşı‘nın en şiddetli günlerinin yaşandığı bir dönemde yazdığı ‘Aşk ve Savaş Şiirleri’ yapıtında şöyle yazar: “Katletilirken her gün intihar eden bir ülkeye; bir hakikat olarak  birçok kez ölmüş bir ülkeye aitim. O halde niçin ben de ıstırap içinde; çirkin, yavaş ve habis bu Lübnan ölümünü ölmeyeyim?”

Hepimiz 6 Şubat sonrasında kendi ülkemizin çirkin, hızlı ve acılı ölümünü öldük ve görünen o ki bir süre daha ölmeye devam edeceğiz. 6 Şubat sonrasında ne biz eski biziz ne de Türkiye eski Türkiye… Hepimiz, daha doğrusu içinde miktarı ne olursa olsun insani kırıntı kalanlarımız artık başka biri. Felaketin büyüklüğü düşünüldüğünde de ne eski biz ne de eski Türkiye kalmalı; bu topraklarda yeni bir yaşam kurulmalı. Bu değişim o kadar önemli ki bizim gelecekte içinde yaşayabileceğimiz bir toplum, üzerine yaşayabileceğimiz ülke olup olmayacağı da belirleyecek.

Yurtdışında yaşayan biri olarak bugün için itiraf edeyim genel halim karamsar. Hem uzakta olup yardım seçeneklerinin sınırlı olmasının getirdiği çaresizlikten; sıcak, güzel ve konforlu yaşamından dolayı vicdan azabı çekmekten, kendinden ve insanlığından utanmaktan ve itiraf edeyim, insani ve biraz da bencil bir bir tavırla dönecek bir vatanım olmaması korkusundan dolayı karamsarım. 9 Şubat’ta 6 yaşına basan oğlumun ilerideki yıllarda kendi vatanını terk etmek zorunda kalıp dünyanın dört bir yanına dağılmış ulusların evlatları gibi “Bir zamanlar bir vatanımız varmış, ah ne güzelmiş. Annem-babam konuştuğunda ben de hatırlıyorum hayal meyal” demesinden korkuyorum. O yüzden bu musibet sonunda içimde Nuri Bilge Ceylan’ın basitçe ama müthiş ama eksik bir şekilde tanımladığı gibi “yalnız ve güzel ve acılar içindeki ülkeme dair küçük de olsa bir umut hissetmeye ihtiyacım var.

Tüm bu yıkım ve karanlık içinde, Edip Cansever’in tabiriyle umudu dürten, umudun kıvılcımlarını yakanlar yok mu? Var elbette… En başta sivil toplum. Örgütlü veya örgütsüz; ama bir kuruluş şemsiyesi altında ama bireysel inisiyatifle; hala ve her şeye, özellikle de onu korkutmaya, sindirmeye ve şeytanlaştırmaya çalışan bir devlet ve o devleti destekleyen geniş toplumsal ve kurumsal kesimlere rağmen varlığını, etkisini sürdüren bir sivil toplum ve onların gönüllüleri… Sivil toplum canla başla çalışıyor; üstelik sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde. Hiç karnımızdan konuşmayalım; lafı evirip çevirmeyelim. Bu insanlar vatan hainiydiler, yabancı güçlerin uşaklarıydılar değil mi? En ihtiyaç duyulduğu anda bu insanlar yardıma koştular; vatanlarını ne kadar sevdiklerini gösterdiler.

Ve toplumsal dayanışma… İçlerinde insan sevgisi, kardeşlik, hemşerilik, komşuluk, yurttaşlık hisleri kalan; haysiyetlerini ve onurlarını koruyan insanlarımız… Dünyanın en kutuplaşmış toplumlarından birinde yaşarken tüm farklılıkları unutarak hepimizin aynı gök kubbede, aynı topraklarda yaşadığını; neye inanırsa inansın, nasıl yaşarsa yaşasın, bu ikliminde ve coğrafyada bir ortak geleceğe ve kadere sahip olduğunu hatırlattılar.

Peki bu umut kıvılcımları, bu potansiyel geleceğe nasıl aksedecek? Depremde ölenlere ağlamak, ağıt yakmak, süslü sözleri alıntılayıp sosyal medyada ahkam kesmek şu anda en kolayı. O bölgeyi, depremin meydana geldiği il ve ilçeleri bina yaparak, depremzedelerin cebine üç-beş kuruş koyarak kısa vadede yeniden yapılandırmak da bir dereceye kadar mümkün. Öte yandan bu yeniden yapılandırma kısa vadede belki uygun yöntem de olabilir ama orta ve uzun vade için asıl sormamız gereken soru şu: Bu enkazın üzerinde yeni bir toplum ve yeni bir Türkiye doğacak mı?

İşte bu soruya olumlu bir cevap vermek ancak ve ancak siyaset ile mümkün. Bazılarının söylediğinin aksine tam da siyaset yapma zamanı. Bir yerde yaşam ve ölüm varsa orada siyaset vardır, olmalıdır. İnsan yaşamını savunmadan daha öte  ve meşru bir siyaset yapma nedeni olabilir mi? Siyaset, bugünümüze ve çocuklarımızın geleceğine sahip çıkmaktır. Yaşamımızı doğrudan etkileyen her konuda karar alma süreçlerine dahil olmak, alınan/alınacak kararları etkilemek demektir. Aynı zamanda, sorumluların sorumluluklarını üstlenmelerini, bu sorumluların siyasi olarak hesap vermesini talep etmek ve bunun için mücadele etmek demektir; keza hesap verilebilirlik tam da siyasetin konusudur. Adalet istemek, bilim, aklın ve hukukun üstünlüğünü savunmak siyasettir. İktidar karşısında, egemenler karşısında yurttaş hakkını savunmaktır siyaset.

Depremin  ilk anlarında kurumların uygulamalarını hatırlayalım. O uygulamalar kurtarma ve iaşe operasyonlarından önce devreye girdi; internet üzerine sansür uygulanmaya çalışıldı. Bu günlerde siyasetin önemini vurgulamak için başka kanıta gerek var mı? İnsan canının değil başka önceliklerin dikkate alındığı, adeta bir bilim-kurgu filmden çıkmışçasına gerçekdışı gibi gözüken ama maalesef insanların kaderini etkileyecek kadar gerçek, somut bir kötücüllük karşısında siyaset yapmayalım da ne yapalım? Bu büyük felaket sonrası siyaset yapmayacağız da ne zaman yapacağız?

Bu siyaset elbette sadece egemenleri ve iktidar sahiplerini kapsamıyor. Çuvaldızı da kendimize batıracağız. Kaçak binalara izin vermeyen Erzin Belediye Başkanı’na karşı çıkanlar, selam vermeyi kesenler; ucuz ama lüks evde oturmak için evinin depreme karşı dayanıklılığının değil içinde kullanılan yer döşemesinin kalitesinin peşine düşüp işini bilen memur – kasaba politikacısı – amentüsü kar olmuş müteahhit ile işbirliği içinde adeta Faust gibi ruhunu şeytana satanlar; depreme dayanıksız evlerini yalanla dolanla fahiş fiyata kiraya veren aç gözlü ev sahipleri bizler değil miyiz? Suça ortak olan, orta edilen bizler… Cumhuriyet’in yüzyıllık tarihinde, ilki 1948’de olmak üzere 17 kez imar affı yapılmış. Her bir af siyaset esnafı ile vatandaşlar arasında zımni bir antlaşma demek değil midir? İmar Barışı Tanıtım Film’inde dendiği gibi “ha yıkıldı ha yıkılacak korkusuyla yaşanan” evleri için de devletle helalleşen vatandaş da, tüm cahilliği ve yoksulluğuna rağmen, sorumlu değil mi? İşte siyaset bunun için; bu zımni antlaşmayı sorgulamak ve bozmak için de gerekli.

“İnsan yaşadığı yere benzer/O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer” Böyle diyor Edip Cansever. Şu anda yaşadığımız yer gibiyiz, içimiz enkaza dönmüş durumda. Ama yine Ahmet Abi, kızının elini bırakmayan Mesut Abi, o ellerin bu vatanı düzeltecek ellere dönüşmesi için hala az da olsa bir umut var ve  bu umudu canlı tutmak için önümüzde bir şans daha var. İşte o şansı kullanmaktır siyaset.

Bu olaydan sonra başkaları adına utanmayı artık bıraktım. Utancımı kendi içimde yaşıyorum. Başkaları adına hissettiğim şey ise öfke. Bu felaket karşısında kendi adına öfkelenmek bile bir saygısızlık ve kibirli bir bencilliktir. Ben 15 saat boyunca göçük altında vefat etmiş kızının elini bırakmayan Mesut Abi için, kızının ölüsünü bir battaniyeye sarıp kucağında tutmak zorunda kalan baba için öfkeliyim… Hatay’da bir meydana toplanarak ceset torbası yeterli olmadığı için ne bulunursa ona sarılmış cesetler arasında tek tek her bir cesedin yüzünü açıp bakarak yakınını arayan o teyze adına öfkeliyim… Çocuğunu kefen olmadığından battaniye ile mezara koyan baba adına öfkeliyim…Depremden 138 saat sonra enkazdan çıkarıldıktan sonra ilk sözü “param yok; beni özel hastaneye götürmeyin” diyen vatandaş için öfkeliyim ve bu öfkeyi de yeniden evrensel standartlarda bir eğitimin, rasyonel düşüncenin, demokrasinin, özgürlüklerin ve hukukun üstünlüğünün hakim olduğu ve hepimizin hayalini kurduğu yeni Türkiye’nin kurulduğunu görmeden de soğutmayacağım. Nietzche’nin dediği gibi: “Öfkenizi koruyun; öfkeniz tek silahınızdır.

Not 1: Bu deprem sırasında elbette günlerce yorgun argın sahada çalışan kurtarma ekibinden sağlıkçısına ve gönüllüsüne; işini gücünü bırakıp depremzedeler için üretim yapanlara, ineğini satıp parasını depremzedelere bağışlayan Karslı teyzeye, inşaat işçilerine, itfaiye erlerine, kısacası bu seferberliğe destek veren herkese elbette minnettarız ama ben bir gruba özel olarak değinmek istiyorum: Maalesef ülkemizdeki kaderleri yüzlerindeki kömür karası gibi olan; ihmalkarlık ve aşağılık kar hırsları yüzünden yüzlerce ölen madenci emekçileri, depremin ilk gününden itibaren en önde mücadele ettiler. Yüzlerindeki kömür karasında seçilen gözlerinin akı gibi aydınlık tertemiz gönülleriyle bu emekçi kardeşlerime binlerce kez selam olsun.

Bir de şu gruplar için de nefretim ayrıca kayda geçsin: Öncelikle dili, dini, ırkı ne olursa olsun deprem yağmacıları. Şayet gerçekse, depremzedelerin gelmesi dolayısıyla kiralara fahiş zaman yapan ev sahipleri. Temel ihtiyaç maddelerini fahiş fiyattan satmaya kalkan felaket fırsatçıları. Sorumluların kuru temizlemesine soyunan, yalanlar üzerinden algı yaratmaya çalışan ama aynı zamanda tam da onların karşısında, bu durumdan siyasi çıkar sağlamaya çalışan her kesimden troller. Ülkelerinde evlerini ve sevdiklerini kaybettikten sonra sığındıkları ülkede ikinci kez evlerini ve yakınları kaybeden sığınmacılara karşı ayrımcılık yapanlar, hepsini yağmacı olarak yaftalayanlar ve bunları alkışlayanlar

Not 2: Kapak fotoğrafını çeken ve bu yazıda kullanmama izin veren; şu anda çalışma arkadaşlarıyla beraber Hatay’da canla başla görev yapan can dostum, yakın zamana kadar beraber çalışmaktan büyük bir onur ve mutluluk duyduğum İBB Spor İstanbul Yöneticileri’nden Adem Yanıkoğlu’na da ayrıca teşekkür etmek istiyorum.

Kapak Fotoğrafı: Adem Yanıkoğlu

İlginizi çekebilir: Gürkan Sonat’tan Müzik ve Yardım Kampanyaları