Roger Ebert, Fight Club üzerine yazdığı yazıda Fincher’in Alien 3’ü için ‘gördüğüm çok iyi gözüken en kötü filmlerden biri’ der. The Killer da böyle bir riski barındırıyor elbette. Klişe, çok derinlikli olmayan bir senaryo, ki bir çizgi-romana dayanıyor olması karakterin tek boyuta indirgenmesinin ve derinlikten yoksun olmasının nedenlerinden biri olarak görülebilir, ortalara doğru sıkıcılığa doğru sürüklenen anlatısıyla aslında film tehlikeli sulara doğru ilerlemeye; bir ayağı aksamaya ve topallamaya başlıyor ama onu düşmekten, kötü bir film olmaktan kurtaran birkaç önemli faktöre tutunmayı başarıyor.

The Killer | Fotoğraf: Vanity Fair

Düzenli yazdığım Dedektif Dergi’nin ‘Kiralık Katiller Özel Sayısı’ için kaleme aldığım ‘Kiralık Katiller ve Filmler’ başlıklı yazıdan hemen sonra kuşağının en yetenekli, en önemli ve özgün yönetmenlerinden David Fincher’ın son filmi The Killer’ın da bir kiralık katil hikayesi olması bu yazıyı yazmama yol açtı. Uzun zamandır tek bir film üzerine bir tür ‘film eleştirisi’ yazmayı bırakmıştım ama Dedektif Dergi’deki yazıya hazırlık amacıyla kiralık katil temalı filmler üzerinde düşünüp, bazı filmleri ilk bazılarını da yeniden seyredip bu kadar ‘kiralık katil sineması’ ile dolduktan sonra Fincher’ın filmi üzerine yazmasam olmazdı.

Kiralık katil sineması ve filme geçmeden önce Fincher hakkında bir iki kelam etmek isterim. Fincher ile ilk tanışmam, hala bile hakkının yeterince verildiğini düşünmediğim; sadece küçük bir hayran kitlesi ve bir kaç eleştirmen tarafından beğenilen, yönetmenin ilk filmi, Alien 3 sayesinde oldu. Bugün bile filmi sahiplenmeyen Fincher’ın dahi kendi filmine haksızlık yaptığını düşünüyorum. Nitekim Fincher’i yakından takip etmeye de o film sayesinde karar verdim. Öte yandan şunu da itiraf etmemiz gerekir: Fincher o filmden sonra başta Seven olmak üzere sinema tarihine damgasını vuran; hem gişede hem de eleştirmenler/sinema meraklıları arasında büyük başarı kazanan o kadar çok film çekti ki bugün geldiği noktada Alien 3’e bu haksızlığı yapmakta bir beis görmemesi son derece doğal.

Fincher’ın son filmi The Killer, her şeyden önce tipik bir kiralık katil filmi. Bir başka deyişle çok geniş olan polisiye-gerilim türünün altında bir alt-tür olarak rahatlıkla tanımlayabileceğimiz, kendine özgü bazı kuralları ve karakteristikleri olan ‘kiralık katil sineması’ geleneğine önemli ölçüde yaslanan ama ona özellikle de içerik anlamında hiçbir yenilik getirmeyen bir yapıt.

The Killer | Fotoğraf: NPR

Öncelikle karşımızda köşeleri fazlasıyla keskin olsa da genel hatlarıyla mesleğinin tüm özelliklerini taşıyan bir kiralık katil var: ‘Cool’ olmanın sınırlarını çok açmış bir soğukkanlılık; amiyane tabirle profesyonelliğin suyunu çıkaran düzeyde bir duygusuzluk ve hatta empati yoksunluğu (filmde de sık sık vurguluyor bu empati yoksunluğunu), detaylara takıntılı derecede dikkat ve ince ki bence güzel bir ayrıntı olarak ismi olmayan, ‘Katil’ olarak tanımlanacak derecede mesleğini kişiliğinin ötesine geçmesine izin veren ve onu varoluşunu tanımlayan tek unsura dönüştüren bir tür robotlaşmış, meslek erbabı bir kişi. Öyküsü de yine bu alt-türün pek çok örneğinde gördüğümüz üzere bir ‘intikam’ ve ‘hesaplaşma’ temasına dayanıyor: Yanlış giden ve sonuçlanmayan bir iş sonunda onu tutanlar hesaplaşmak için Katil’in sakladığı yerlerden birine, Santo Domingo’daki evine saldırıyorlar ve onu bulamayınca da kız arkadaşını ciddi derece yaralıyorlar. Katil de bu saldırının arkasında kim olduğunu öğrenmek ve konuyu kendi yöntemleriyle çözmek amacıyla uluslararası bir insan avına çıkıyor. Türün en büyük başyapıtlarından biri olan ve Alain Delon’un kült karakter Jef Costello’yu canlandırdığı Jean-Pierre Melville’in efsane Le Samurai’sinden (1967) ‘art-house’ ile bu türü birleştiren ender yapıtlardan biri sayılabilecek, Jim Jarmusch’un Ghost Dog’una (1999) kadar pek çok kiralık katil filminin ana temasını oluşturur bu hesaplaşma mevzuu.

Peki, genel anlamıyla geleneksel bir kiralık katil filmiyse  ve Fincher’ın filminin türe bir yenilik getirdiğini, özellikle de içerik anlamında, söylemek zorsa o halde The Killer’ın erdemleri nelerdir?

Roger Ebert, Fight Club üzerine yazdığı yazıda Fincher’in Alien 3’ü için ‘gördüğüm çok iyi gözüken en kötü filmlerden biri’ der. The Killer da böyle bir riski barındırıyor elbette. Klişe, çok derinlikli olmayan bir senaryo, ki bir çizgi-romana dayanıyor olması karakterin tek boyuta indirgenmesinin ve derinlikten yoksun olmasının nedenlerinden biri olarak görülebilir, ortalara doğru sıkıcılığa doğru sürüklenen durağan yapısı ve tek boyutlu anlatısıyla aslında film tehlikeli sulara doğru ilerlemeye; bir ayağı aksamaya ve topallamaya başlıyor ama onu düşmekten, kötü bir film olmaktan kurtaran bir kaç önemli faktöre tutunmayı başarıyor.

The Killer | Fotoğraf: screenrant.com

Bunların ilki ve en önemlisi Fincher’ın alamet-i farikası olan üslupçuluğu. Ebert’in sözünü ettiği “güzel görünmek” Fincher filmlerinin  en önemli ve özgün özelliklerinden biri. Bunda büyük ölçüde onun video-klip yönetmenliğinden sinemaya geçmesinin (Fincher Madonna’nın Vogue ve Express Yourself kliplerinin de arada olduğu çok önemli bazı video-kliplerin yönetmeni) ve gerilim atmosferi yaratma konusunda sinema tarihinin bazı çok büyük ustalarından (Alfred Hitchcock, George Roy Hill, Alan J. Pakula, Ridley Scott ve Martin Scorsese) etkilenmesinin payı olduğu söyleyebilir. Dolayısıyla Fincher, tüm filmlerinde görülen, konuya uygun olarak kimi zaman geçmişine referansla video-klip estetiğine de göz kırpan sürreal, adeta bir rüyadaymış, daha doğrusu bir tür kabustaymış, hissi uyandıran atmosfer yaratma ustalığını bu film de de gösteriyor ve bu bir şekilde filme olan ilginizi korumanızı sağlıyor. Daha önceki filmleri ile belirli ölçüde benzerlik taşıyan bu atmosfer bana Fincher filmlerini niçin çok sevdiğimi bir kez daha hatırlatıyor ve Almar Haflidason’ın The Game hakkında BBC için  kaleme aldığı eleştiride yaptığı “Fincher, şehrin sıradan mahallerini, her köşe dönüşünü bilinmeze doğru atılan bir adım haline getiren korkutucu birer sahneye dönüştürerek müthiş bir iş yapıyor” yorumu The Killer için de geçerli hale geliyor. O kadar ki cennetten bir köşe olması beklenen Santo Domingo’daki ev bile kanlı bir karabasana ev sahipliği yapıyor. Özellikle gece çekimlerin tedirginlik ve gerilim hissini doruk noktaya çıkarıyor.

Filmi kurtaran ikinci önemli unsur ise Michael Fassbender… Bu rol için uygun oyuncu düşünsem aklıma birkaç oyuncu gelebilirdi (belki Gary Oldman ama o da çok yaşlı kalır. Ben Afflect, Matt Damon, ve Fincher’ın gözde oyuncusu Brad Pitt) ama Fassbender’i seyrettikten sonra onun bu rol için tam bir biçilmiş kaftan olduğuna ikna oluyorsunuz. Role öyle bir ruh ve inandırıcılık katıyor ki gerçekten de bir noktadan sonra karakterin tek boyutlu olması sizi ilgilendirmiyor; “evet, gerçekten de böyle biri” diyorsunuz.

Uzun zamandır Fincher ile birlikte çalışan ve bu işbirliği kapsamında The Social Network ile ‘En İyi Orijinal Film Müziği’ dalında Oscar kazanan Trent Reznor ve Atticus Ross’un psychodelic atmosferi güçlendiren, kendini çok ön plana çıkarmadan dipten dipten işleyerek seyirciyi adeta hipnotize eden müziğine de değinmek gerekir. Bir de elbette filme damgasını vuran The Smiths… Filmde ilk duyduğumda bir tesadüf zannettim ama sonrasında karakterin takıntılı bir biçimde The Smiths dinlemesi filmin ana karakterin kişilik özelliklerini ve filmin dikkat çekici absürtlüğünü müthiş bir şekilde güçlendiriyor ve  kimi zaman garipleşen durağanlığı karşısında filmi hareketlendiriyor.

The Killer, bence Fincher sinematografisi içinde farklı bir yerde durmuyor. Öte yandan Vanity Fair’de Richard Lawson’un da dediği gibi Fincher bu filmiyle belki tıpkı karakter gibi “atışını kaçırıyor” ama yukarıda saydığım unsurlar sayesinde de Fincher değil ama genel sinema standartlarında vasatın üstüne çıkıyor. Fincher standartlarını göz önünde bulundurursak da yönetmenin Seven, Fight Club, Zodiac, The Social Network ve Gone Girl gibi başyapıtlarının altında; ikincil yapıtları sayılabilecek The Game, Benjamin Button, The Girl with the Dragon Tattoo, Panic Room ve Mank ile benzer bir kategoride yer alıyor.,

Kapak Fotoğrafı:

İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den Karanlık Gece